bread

Gündoğarken: Yeniden karşınızda…

Gündoğarken adını bir gruptan çok, bir müzikal anlayış olarak değerlendiren Gökhan ve Burhan Şeşen, bu anlayışın ürünü “Hayat Bu” albümüyle, sekiz yıl sonra dinleyicinin karşısına çıktılar.

 

Yıl 1976. Ağabeyini Ankara’ya uğurlayan Burhan Şeşen’in günlüğüne düşürdüğü bir not: “Belki benimle aynı hisleri, dertleri paylaşan bir kişi daha yok dünyada. Bu arada devamlı son bestesi ağzımda…”

 

Gün doğarken ufukta

Yeni bir can taşır elinde

Gün doğarken ufukta

Canlanır bulutlar yeniden

Karanlığın derin sırrı

Unutulur gider

Gün doğarken ufukta

Canlanır umutlar yeniden

 

Yıl 2008 ve Gündoğarken “Hayat Bu” adlı albümüyle karşımıza çıkıyor. Burhan ve Gökhan Şeşen’le albümün kayıtlarının da yapıldığı Kuzguncuk’ta buluştuk. Albümü, Kuzguncuk’u, dostluğu ve bir müzik anlayışı olarak değerlendirdikleri Gündoğarken’i konuştuk.

 

2000 yılında çıkardığınız “İstanbul-Atina-İstanbul” albümünden sonra neler yaptınız?

Burhan Şeşen: Televizyonda “Yorumsuz” diye bir program ile solo bir albüm yaptım. Solo albümü Gündoğarken’in ayrılık sürecinde yapmıştım. “İstanbul-Atina-İstanbul”dan sonra üçlü olarak müzik çalışmalarına devam etmemiz güçleşti. Amca bir solo albüm çıkardı. Daha sonra amcanın solo çalışmaları ve diğer işleri devam etti ve bir türlü Gündoğarken’e sıra gelemedi. Bu sırada biz de başka alanlarda, ama müzikten hiç kopmadan çalışmalarımıza devam ettik.

Gökhan Şeşen: Ben “Sakız” diye bir barın işletmeciliğini yaptım. Bunu yapma nedenim de, çalışabileceğimiz, şarkılarımızı rahatça söyleyebileceğimiz bir yerimizin olmasını istememdi. Her barda çalışamıyoruz ya biz, öyle bir durumumuz var. Bar programlarıda “Yorumsuz” ve “Geniş Açı” adıyla sahneye çıktık.

Neden Gündoğarken adını kullanmadınız?

BŞ: Gündoğarken üç kişi olarak devam etsin diye biraz bekledik, ama baktık olmuyor, Gündoğarken’e sıra gelmiyor, biz de yola iki kişi devam etmeye karar verdik. Üç senedir “Gündoğarken” ismini kullanıyoruz. Zaten bar programlarında bizi gören insanlar hep, “siz Gündoğarken’siniz” diyorlardı.

Burhan Şeşen: “Gündoğarken üç kişi olarak devam etsin diye biraz bekledik, ama baktık olmuyor, Gündoğarken’e sıra gelmiyor, biz de yola iki kişi devam etmeye karar verdik.”

GŞ: Aslında bu bizim Gündoğarken’in adına ve oluşumuna duyduğumuz saygıdan ve nezaketten kaynaklanan bir tavırdı. Bir süre beklememizin nedeni buydu. Biz Gündoğarken’e hizmet eden müzisyenler gibi hissediyoruz kendimizi.

Grubun adı zaten 1976 yılında belliymiş, öyle değil mi? Albümün kapağındaki yazıdan bahseder misiniz?

BŞ: Ben 76’dan beri günlük tutuyorum. Albümün kapağında yazılı olan benim 1976’da tuttuğum günlüğümden alındı. Gökhan, o zamanlar İstanbul’a gelip gidiyordu. Böyle bir not düşmüşüm ben de. Sonra burada yazılı olan şey büyüdü, isim oldu. O isim büyüdü, grup oldu. Grup büyüdü, müzikal anlayış oldu.

GŞ: Ben ODTÜ’de okurken, İstanbul’a gider gelirdim. Birbirimize yeni yaptığımız şarkıları çalardık. Ama Burhan’ı bu kadar etkilediğini bilmiyordum. Ben de seneler sonra okudum bunu.

BŞ: Genelde günlüklerimi kimseye okutmam. Ama bu yazı herhangi bir günlük yazısı değil. Bunu buraya koymamızın bilinçaltında yatan Gündoğarken’i hem sahiplenme hem de Gündoğarken’in ne kadar eskiden gelen bir anlayış ve hayata bakış olduğunu hatırlatma. Kapağa bu yazıyı koyarak Gündoğarken adını da sahiplenmiş oluyoruz. Kendi fotoğraflarımızı da koyabilirdik, ama bu yazıyı tercih ettik.

 Yola iki kişi devam ediyorsunuz. Üç kişilik bir grup olmakla iki kişilik bir grup olmak nasıl bir duygu?

GŞ: Üç kişilik bir grupken iki kişiye dönmemiz ve yola böyle devam etmemiz tabii ki, değişik bir süreci doğurdu. Zaman içinde şunu gördüm; grup ilk kurulduğu zaman birlikten ciddi bir kuvvet doğmuştu. Ama ondan sonra grup içinde o kuvvet gittikçe azaldı. Üç kişi olmanın şöyle bir dezavantajı var; bir konuda hemfikir olmak çok zor. Biz buna çözüm bulmak için, iki kişi aynı fikirdeyse o fikri kabul ediyorduk. Üç kişiyken fikri kabul edilmeyen genellikle ben oluyordum. Söylediklerim doğru ya da yanlış olabilir, ama bazı konularda kırılıyordum. Ben hayatım boyunca azınlığın da bir fikri olduğunu düşündüm. Azınlıklar da haklı olabilir, ama çoğunluk ne derse öyle olur. Ama şimdi Burhan’la ikimiziz ve mecburuz birbirimizi ikna etmeye. Çünkü oy oranımız aynı. Kendi adıma, bu projede iki kişi olduğumuz için daha özgür çalıştım, ben. Çünkü biz Burhan’la paylaşmayı becerebiliyoruz, bu çok önemli.

BŞ: Üç kişi çıktığımız yolda, zaman içinde fikirlerimiz de değişti. Gökhan’la benim bakış açımız aynı devam ediyor, ama amcada biraz değişiklikler oldu.

GŞ: Gündoğarken’in bir çizgisi var. Bu çizginin ne kadar dışına çıkabilirsiniz ki… Çıkarsanız insanlar ne kadar benimser? Çünkü öyle sevmiş insanlar. Alıştıkları bir şey var. Alıştıkları derken, hep kendimizi tekrar etmekten bahsetmiyorum. Birçok yenilikler tabii ki yapıyoruz, ama Gündoğarken’in tınısını kaybetmeden yapıyoruz. İnsanların sevdiği tını da, zaten bizim sevdiğimiz tını, Gündoğarken’in müziği.

Çalıştığınız müzisyenlerle nasıl bir araya geldiniz?

BŞ: Benim iki solo albümümün düzenlemelerini Gürol yapmıştı. İlk kez bir Gündoğarken albümü düzenlemesi yaptı. Gürol’un bu albüme çok büyük emeği oldu. Büyük bir sabırla, çok güzel armonilerle şarkılara hizmet etti. Zaten albümü yaptığımız ekiple sürekli sahnede beraberiz. Gürol Ağırbaş, Cem Aksel ve Tolga Kılıç birlikte çaldığımız insanlar. Aslında Kuzguncuk’ta kendimize ait bir home-stüdyoda olmamız da bizim için ve bu buluşmaların gerçekleşmesi için çok büyük avantaj oldu.

GŞ: Çalıştığımız ekip hem Zuhal Olcay’a, hem de Bülent Ortaçgil’e çalıyor. Onlarla da çok iyi bir dostluğumuz oldu. Biz kendi kapalı devremizde yaşayan ve çok iyi dost olan müzisyenleriz. Bundan da çok büyük mutluluk duyuyoruz. Bu bir araya gelmeler öyle umut ediyorum ki, yeni projeleri de üretecek.

Kuzguncuk’taki stüdyodan ve stüdyo ortamından bahseder misiniz?

GŞ: Benim Kuzguncuk maceram sekiz ay önce başladı. Üst katı ev olarak kullanıyorum, alt katı da stüdyo yaptım. Burada çok rahat bir ortam oluşturduk ve birçok müzisyen arkadaşımız buraya rahatlıkla geldiler. Bir stüdyodaydık ama ev ortamında bir stüdyoda. Albüm kaydını sadece stüdyoda yapsaydık, sadece stüdyoda görüşürdük. Ya da bir konserimiz varsa konserde görüşürdük, ama artık öyle iç içe yaşıyoruz ki… İyi olan da bu. Dolayısıyla, Kuzguncuk’taki  stüdyoda bu albümü yaparken hem sevdiğimiz yakın dostlarımızla birlikte vakit geçirdik hem de birlikte ürettik.

BŞ: Stüdyonun bir avantajı da, Bülent Ortaçgil’in hep bizimle burada olmasıydı. Bütün okumalarda bulundu. Bazı sözlere müdahale etti. “Hadi Git” adlı şarkımızda akustik gitar çaldı. Öteki türlü standart bir stüdyo çalışması olsa Bülent oraya gelmezdi. Buraya bir stüdyoya gelir gibi gelmedi dostlarımız. Ellerinde simitlerle, peynirlerle geldiler. Akşam üzeri çaylarımızı içtik. Sonra da stüdyoya girip müziğimizi yaptık.

GŞ: Buraya geldikten sonra bahtımız açıldı. Sadece bahtımız değil, zihnimiz de açıldı, ruhumuz da… Çok keyifli bir çalışma süreci yaşadık. Bunu hep söylüyoruz; sıkılarak değil, yayılarak çalıştık. Çünkü stüdyo dönemi sancılı bir dönemdir. Albümü belli bir sürede bitirmek zorundasınızdır. Firma bir saat verir çünkü, ama burada böyle bir sıkıntımız yoktu. O yüzden istediğimizi yaptık bu albümde. Çok daha özgürce çalıştık. Denedik, yanıldık. Bu denemeler çok iyi sonuçlar doğurdu.

Sekiz yıllık bir aradan sonra Gündoğarken’le yeniden buluşan dinleyicileriniz ne diyor yeni albüm için?

GŞ: Albümü dinleyenler, tam Gündoğarken müziği olmuş diyorlar. Sanki biz Gündoğarken değiliz, o müziği taklit etmişiz gibi düşünülüyor kimi zaman. Bu çok hoş bir şey. Bizi başka bir yere koyuyorlar, Gündoğarken’i ve onun müziğini başka bir yere. Biz Gündoğarken’e hizmet eden müzisyenler olarak anılmaktan memnunuz. Evet, biz Gündoğarken’e hizmet eden müzisyenleriz. Doğrusu bu.

BŞ: Başından beri fotoğraf olarak Gündoğarken üç kişiydi. Ama bir de baktık ki Gündoğarken aslında bir müzikal anlayış aynı zamanda. Onca yıla rağmen Gündoğarken’in müzikal anlayışı devam ediyor, gördüğünüz üzere. Bizim için Gündoğarken, tek tek isimlerimizden daha önemli.

Genelde şarkıcılar bir yerlerde şarkı söyleyerek tanınırlar, ama sizin ilk profesyonel deneyiminiz tiyatro sahnesinde tiyatro müziğini canlı çalarak olmuş. Bu nasıl oldu?

BŞ: Bu işte babamızın çok etkisi var. Babamız da Ankara’dan gelen ağabeydir. Amcanın babama yazdığı şarkıdaki ağabey, bizim babamız. Babamız pilottu ve müziğe çok meraklıydı. 60’lı yıllarda yurtdışı seyahatlerinden bavulu plaklarla dolu olarak dönerdi. Biz ortaokulda kendi bestelerimizi yapmaya başlamıştık. Bestelerimizi çok beğenir, bütün arkadaşlarına dinletirdi. Gökhan elektrik mühendisliği, ben makine mühendisliği eğitimi aldım, ama babam bize, “Çocuklar, şarkılarınız çok güzel. Okulunuzu bitirin, sonra da müzisyen olun,” demiştir. Kaç tane baba çocuğuna bunu der ki? Hem de o yıllarda. O dönemlerde konserleri babam sayesinde yaptık. Ses sisteminin, salon kirasının parasını kendi cebinden ödedi. O konserlerden birinde Levent Kırca dinledi bizi ve bize “Kadıncıklar” diye bir oyun müziği teslim etti. İlk onunla sahneye çıktık. Sonra Ferhan Şensoy’la uzun süre birlikte çalıştık.

Müzik hayatına tiyatro müzikleri yaparak başlamış müzisyenler olarak neler öğrendiniz tiyatrodan, yaratıcılığınızı nasıl etkiledi?

BŞ: Tiyatronun bize çok faydası oldu. Sahnede nasıl duracağımızı, nasıl bakacağımızı öğrendik. O dönemde ben çok utangaçtım. Hep yere bakarak şarkı söylerdim. Ama çalıştığımız tiyatrocular bütün bu kusurlarımızı düzelttiler.

GŞ: Ben de bakamazdım seyircinin yüzüne, o süreç bizim için çok ciddi bir eğitim oldu. Önce oyuncuların yüzüne bakarak başlıyorsunuz, ondan sonra seyirciye bakmak daha kolay oluyor. O yüzden tiyatro, seyirciyle ilişki kurmak anlamında çok iyi eğitti bizi. Ayrıca tiyatrodan yetiştiğimiz için şarkılarımızın hikâyelerini daha iyi anlattığımızı ve iletmek istediğimiz duyguları daha iyi yansıttığımızı düşünüyorum.

Burhan Şeşen: “Tiyatro, seyirciyle ilişki kurmak anlamında çok iyi eğitti bizi. Ayrıca tiyatrodan yetiştiğimiz için şarkılarımızın hikâyelerini daha iyi anlattığımızı ve iletmek istediğimiz duyguları daha iyi yansıttığımızı düşünüyorum.”

Bazı oyunların bestelerini de siz yaptınız. Bu nasıl bir deneyimdi?

BŞ: Özellikle Ferhan Şensoy’un ayrı bir önemi vardır. Ferhan Şensoy bizim için bir dehadır. Mesela, sözlerini bestelerken bir lafı bile attırmazdı. Diyelim dört tane “Ay” yazmış. Bu ‘ay’ları üç ya da beş kere söyletmezdi. “Öyle olmasını isteseydim üç ya da beş tane yazardım. Dört kere yazdım, siz de ona göre yapın,” derdi. O yüzden bize tiyatro çok büyük tecrübeler kazandırdı.

Son dönem pop müzik piyasası ve yeni çıkan yorumcular hakkında ne düşünüyorsunuz?

B Ş: Piyasadaki çoğu şarkı, pazarlama mantığıyla yapılıyor. Sözünden düzenlemesine, ritimlerinden klibine kadar, her şeyiyle bir ürün olarak yapılıyor. Elbette bizimkiler de ürün haline dönüşüyor, ama biz şarkılarımızı duygularımızla yapıyoruz. Kendi öykülerimizi yazıyoruz, sonra da onları anlatıyoruz. Çıkan birçok üründe samimiyetsizliği görüyoruz. Çünkü duygusu yok. Deterjan satar gibi şarkı yapılmaz ki. O yüzden eski şarkılara bu kadar rağbet var. Çünkü o şarkıların duygusu var. Biz bir sözü yazarken o kadar uğraşıyoruz ki. Duygumuzu yakalamak ve onu doğru aktarmak için çok emek veriyoruz. Şiirselliğe dikkat ediyoruz. Deniyoruz, beğenmiyorsak bir daha deniyoruz, bir daha… Bizim hayatımız böyle çünkü. Bağıran çağıran insanlar olmadığımız için şarkılarımızda da o naiflik vardır. Çünkü iyi şarkılar yapmak için sorumluluk hissediyoruz. Doğrusu da bu değil mi?

Gökhan Şeşen: “Birçok yenilikler tabii ki yapıyoruz, ama Gündoğarken’in tınısını kaybetmeden yapıyoruz. İnsanların sevdiği tını da, zaten bizim sevdiğimiz tını, Gündoğarken’in müziği.”

Burhan Şeşen: “Onca yıla rağmen Gündoğarken’in müzikal anlayışı devam ediyor. Bizim için Gündoğarken, tek tek isimlerimizden daha önemli. Biz Gündoğarken’e hizmet eden müzisyenler olarak anılmaktan memnunuz. Evet, biz Gündoğarken’e hizmet eden müzisyenleriz. Doğrusu bu.”

 

Grup Gündoğarken’le yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 10. sayısında (Temmuz – Ağustos 2008) yer aldı. Aylin Çalap tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Sinan Kesgin çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır ve Orçun Peköz tarafından yapıldı.