bread

Fahir Atakoğlu: “Grammy uzak değil”

Müzik hayatına Amerika’da devam eden Fahir Atakoğlu 2 yıl süren sessizliğini bozdu. Piyanist- besteci Fahir Atakoğlu “istanbul in Blue” adını taşıyan albümünü kendi plak şirketi Far&Here imzası ile piyasaya sürdü. Atakoğlu’nun, Grammy Ödülleri’ni veren Recording Foundation’a yaptığı üyelik başvurusu da kabul edildi.  Atakoğlu bu albüm ile  ’Contemporary Jazz Instrumental Album’, ‘Album of the Year’ ve ‘Instrumental composing’ kategorilerinde, 51. Grammy’ye aday olacak.

Fahir Atakoğlu’na dünyanın en iyi davulcularından kabul edilen Horacio El Negro Hernandez, efsanevi basçı Anthony Jackson, kuşağının önde gelen gitaristlerinden Mike Stern ve Wayne Krantz, saksofonda ise Bob Franceschini’nin eşlik ettiği albümün kayıtları New York’taki Carriagehouse Stüdyoları’nda gerçekleştirildi.

Fahir Atakoğlu’nun daha önceki albümlerinde de olduğu gibi tamamı kendi bestelerinden oluşan albümünün kayıtları Grammy Ödüllü ses mühendisi Phil Magnotti tarafından yapıldı.

‘İstanbul in  Blue’ albümünün kapak fotoğrafları  Ara Güler imzasını taşıyor. Albümün iç notlarını kaleme alan Scott Yanow “istanbul in  Blue” için, “ilk başta jazz/rock birleşimi gibi görünen geniş kapsamlı bir albüm. Ancak aynı zamanda Türk müziğinin de etkilerini, bazı akustik ara eserleri ve sınıflandırılması mümkün olmayan bazı kısımları da içine alıyor” şeklinde tanımlıyor. Fahir Atakoğlu ile yeni albümü hakkında konuştuk.

Sondan başlayalım, New York’taki  Carnegie Hall’da, o efsanevi  konser salonunda bir konser verdiniz. Nasıl bir deneyimdi orada konser vermek?

Carnegie Hall çok sihirli bir yer. Sahne arkasında bana verdikleri odada bir Stainway piyano vardı. Duvarlarda gelmiş geçmiş en iyi orkestra şeflerinin fotoğrafları bulunuyordu. Sahnenin akustiği de muhteşemdi. Mimarisi dolayısıyla sahneden seyirciyle olan iletişim de ilginç. Sağlı sollu yukarıya kadar beş katlı localar var. Bir anekdot vardır, yolda yürürken biri  Rubinstein’a ‘Carnegie Hall’a  nasıl giderim?’ diye sormuş. O da  ‘Çok pratik yapman lazım’ demiş. işte Carnegie Hall öyle bir yer.

“Yolda yürürken biri Rubinstein’a ‘Carnegie Hall’a nasıl giderim?’ diye sormuş. O da ‘Çok pratik yapman lazım’demiş. işte Carnegie Hall öyle bir yer”

Konserde ağırlıklı olarak yeni albümünüz ‘istanbul in Blue’dan mı parçalar çaldınız? 

Yeni albümümden de eski repertuvarımdan da çaldım. Sabri Tuluğ Tırpan (piyano), Serdar Barçın (flüt, saksofon) da sahneye geldi. Sertab Erener katıldı. iki saat süren bir konser oldu.

‘Sarı Zeybek’i çalmanız büyük ilgi görmüş.

Evet evet. Programda yoktu ama o anda çalmak istedim. Bir anda kalabalıktan bir heyecan nidası çıktı. Böyle güzel bir mekanda bir araya gelmişken çalmak istedim.

Sertab Erener ile  istanbul Devlet Konservatuarı’ndan mı tanışıyorsunuz? 

Hayır, ben Cemal Reşit Rey Bey’den ders alıyordum. Üçüncü sınıftan konservatuara girecektim. Ama ‘80 öncesi terör zamanlarıydı. Ben de ingiltere’ye gittim. Kalsaydım bambaşka bir hayatım olabilirdi.

İngitere’den döndükten sonra mı Sertab Erener’le cingıllar yaptınız?

Evet. Londra’dan döndükten sonra, Sezen Aksu ile, Gelişim Orkestrası ile çalıştım. Sonra da cingıl yapmaya başladım. On beş, yirmi sene boyunca her gün iki – üç cingıl yazmış bir insanım. Sertab Erener bana ‘müzik kutum’ diyordu. Açtıkça müzik çıkıyordu.

Cingıl işi ticari olarak da görülebilir ama mutlaka onun pratik anlamda kattığı bir şeyler olmuştur, değil mi?

Kesinlikle. Benim melodilerim güçlüyse ve kolay melodi çıkarabiliyorsam, bunu cingıllara borçluyum.  Cıngıl otuz saniyedir, dokümanter müziği iki saattir. Ama ben bestelerken ikisine de aynı ciddiyetle eğilirim. O yüzden yaptığım her cıngıl çok özeldir. Bugün bakıyorum herhangi bir kütüphanede bulacağınız müzikleri gidiyorlar birilerine yaptırıyorlar.  Hem paralarına yazık hem de özellikli işler çıkmıyor. Ben Amerika’ya gitmeden Ömer Ahunbay ve Hakan Özer ile ‘Jingle House’u kurmuştuk.  Sonradan birçok  cingıl yapan insan ortaya çıktı. Teknoloji de geliştikçe iş kolaylaştı. Yapılan iş ucuzladı ve kalite de düştü.

İşin kalitesizleşmesi teknolojiyle mi ilgili?

Hayır sadece o değil. Bu bir alışveriş. Burada işi veren reklam ajansı, yapan da bir müzisyen. Birbirlerinden aldıklarından verdiklerinden memnunlarsa hiçbir şey yapamıyorsunuz. Yani ajans o kalitesiz işi beğeniyor, müzisyen de çok güzel bir iş yaptığını zannediyor.

Belgesel müzikleri yapmaya nasıl başladınız?

Benim cingıl yaptığım ajansa belgesel çeken Amerikalı bir yönetmen beni Mehmet Ali Birand ile tanıştırdı. Böylece ‘Demirkırat’, ‘12 Mart’ belgesellerine müzik yapmaya başladım. Sonra Can Dündar ile devam etim. ‘Sarı Zeybek’, ‘Aynalar’, ‘Gölgedekiler’… Sayısız belgesel müziğim var.

Can Dündar bir yazısında ‘Sarı Zeybek’in bestesini buradan Amerika’ya giderken uçakta yaptığınızı söylüyordu. Bu kadar yoğunlaşabiliyor musunuz uçakta bile?

Yoğunlaşmak önemli değil ki. Geliyorsa geliyor, bazen de uğraşıp çıkartıyorsunuz. Uçakta aklıma küçük bir melodi geldi.  Beste yaparken yaptığım bestenin önce beni etkilemesine bakıyorum. Beni etkiliyorsa, tüylerimi ürpertiyorsa başkaları da beğeniyor. Çünkü başkasını memnun etmek için müzik yapılmaz.

Beste yapmaya da Cemal Reşit Rey’le tanıştırılmadan evvel, çok küçük yaşta başlamışsınız… 

Evet, ben sekiz, dokuz yaşlarında doğaçlama olarak bir şeyler çalıyordum. Sonra lisedeki müzik hocam Muzaffer Uz beni Cemal Reşit Rey’le tanıştırdı. Ondan çok şey öğrendim. En çok da hayat bilgisiydi öğrendiğim. Çünkü Cemal Reşit Rey’in bambaşka bir birikimi vardı. Her çaldığım notada, her şeyde armonisiyle, analiziyle, melodisiyle bir şeyler kattı. Ben o dönemlerde hikayeler okur ve müziklerdim.  Bir şeyi tasvir edip betimlemeyi seviyorum. Bilhassa hareket eden resimlere müzik yapayı seviyorum.

Çocukluğunuzda müzik yaptığınız bir hikayeyi hatırlıyor musunuz?

Lisede Bekir Yıldız falan okurdum. Atiye Bacı diye bir şey yazmıştım onu çok beğenirim. Bir de tabii okuldaki  kızlara uzaktan aşık olup ama onlara hiçbir şey söylemeden gidip melodiler yazardım. Onların yerine piyanoyla konuşuyormuşum gibi olurdu. Hiç bilmezlerdi.

Hiç haberleri olmadı mı şimdiye kadar?

Hayır. iki sene evvel Işık Lisesi’nde bir mezunlar günü oldu. Bütün o eski arkadaşlarımla  buluştuk. Şöyle bir baktım, ona yazmışım, buna yazmışım… Valla çok komik. Kendimi en iyi ifade edebildiğim araç müzik.  Yani bana ‘nasıl hissediyorsun?’ diye sorduklarında sözle değil müzikle anlatabilirim ancak.

Albümünüzün ismi ‘İstanbul in Blue’. Burada hem caza hem de hüzne atıf var. İstanbul sizi hüzünlendiriyor mu?  

Bu melodinin çok küçük bir kısmını Nihat Duran’ın ‘İlk Aşk’ filminde kullanmıştım. Hüzünlü bir sandal sahnesi vardı.Ama melodinin tamamını bu albümde kullandım.  Ben on sekiz senedir Amerika’da yaşıyorum. Buraya geldiğimde ailemi, karımı ve çocuğumu çok özlüyorum. Gözümde tütüyorlar. istanbul’un öyle bir sihiri var ki bu özlemi notalara döktürüyor.

Peki Amerika’dayken İstanbul’u özlediğinizde…

Hah,  bir tane de öyle bir beste yapmak lazım değil mi? Öyle bir şey değil bu tam tersi  ama burası da güzel şeyler hissettiriyor.  istanbul müthiş güzel bir kent.  içinden deniz geçen bir tane şehir daha var mı? İstanbul’un martı sesini özlüyorum mesela. Martılar yok bizim orada. Belki İstabul’un martı sesiyle ilgili bir beste yaparım.

Grammy Ödülleri’ne başvurdunuz. Nasıl bir beklenti içindesiniz?

Çok ümitliyim. Albüm Amerika’da 12 Şubat’ta çıkacak.Şu sıralar sadece Noel şarkıları, albümleri yayınlanıyor. Radyolarda çalınmaya başlayıp iyi eleştiriler alınırsa kesinlikle aday olabileceğime inanıyorum. Lobi gücüm de var. Radyo, televizyon tanıtımları için birlikte çalıştığımız kişiler konularında uzman kişiler. Grammy için satışa bakılmıyor ama ne kadar fazla satış olursa albüm o kadar fazla yayılmış oluyor ve size oy verecek Grammy Foundation üyesi de sizi tanımış ve benimsemiş oluyor. O zaman da size oy verebiliyor.

Sertab Erener de Grammy almayı kafasına koymuş…

2005 yılında ona, müziğinde başka bir yere yönel, daha müzisyenlik girsin işin içine dedim. Türkiye’deki popüler müzik kısır döngü içinde. Biraz sıyrılması gerekiyordu. Şimdi farklı bir albüm yapıyor. O da bir dünya müzisyeni.

Peki, telif konusunda sıkıntı yaşıyor musunuz?

Reklam müzikleri yaptığım dönemde telif filan yoktu. Yani o sistem oturmuş olsaydı  herhalde şimdi sabahları arabamın rengini beğenirdim.  Haklarımın çoğu gitti. Kısmet değilmiş. O zamanlar cingıl yapan iki üç kişiydik. Televizyonu açtığımda arka arkaya bütün kuşak benim reklam müziklerim olurdu. Sertab her sabah kalkıp stüdyoya gelir, bir veya iki cingıl söylerdi. Hepimiz bir bedel ödedik. Gazinoda da çalıştık, reklam müzikleri de yaptık, herkesin nefes kokusunu da çektik. Sertab’a  ‘Balina gibi ses çıkar’ diyeni bilirim. Ama dediğim gibi telif ödenseydi, bize geri dönüşü çok olurdu. Bazen müziklerimi böyle sanki kendilerininmiş gibi defilelerde, düğünlerde, güzellik yarışmalarında kullanıyorlar. Kullanılmasına karşı değilim ama telif ödenmesi lazım. Benden gelip izin istiyorlar. Bana niye soruyorlar ki? Çalıştığım MESAM gibi bir meslek birliği var. Gidin onlara sorun. Yok. Hala bizde o telifi ödememek için çalışan bir zihniyet var. O zihniyet tamamen ortadan kalktığı zaman biz de endüstri olarak ileriye gideceğiz.

Muzaffer Uz beni Cemal Reşit Rey’le tanıştırdı. Ondan çok şey öğrendim. En çok da hayat bilgisiydi öğrendiğim.”

 

Fahir Atakoğlu’yla yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 7. sayısında (Aralık 2007 – Ocak 2008) yer aldı. Esra Okutan tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Sinan Kesgin çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.