bread

Meyve Mirası Projesi

Bir meyvenin kaç çeşidi olabilir ki? Eğer Anadolu gibi binlerce yıllık bir tarım geçmişine sahip topraklarda yaşıyorsanız cevap yüzlerce… Yüzlerce çeşit incir, elma, armut, üzüm… Oysa marketlerde alış veriş yaparken sadece bir iki çeşit çıkıyor karşımıza. Peki diğer çeşitlere ne oluyor? Onların çoğu bir köy bahçesinde, tek tük kalmış ağaçlarda son hasadı bekliyor. Meyve Mirası Projesi bu tükenişi durdurmayı hedefleyen bir gönüllü hareketi. Proje ile ilgili sorularımızı BÜ Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Neş’e Bilgin yanıtladı.

Hızlı yaşıyoruz, hızlı tüketiyoruz ve hızla yok olan doğaya, azalan kaynaklara uzaktan bakıyoruz. Meyve Mirası Projesi bu hızlı yok edilişe karşı durmaya çalışan bir gönüllü hareketi. Bir araya gelen farklı meslek ve ilgi alanlarından 5 kadın, bu proje ile kaybolmakta olan meyve türlerinin envanterini çıkartıp, DNA örneklerini saklayarak hem kaybolmalarını durdurmaya çalışıyor, hem de halkı bilinçlendirip, meyve miraslarına sahip çıkmalarına yardım ediyorlar. Projenin ana hedefini şöyle özetliyorlar: Türkiye’de yerel halkın yüzyıllardır geliştirdiği meyve çeşitlerinin (tarımsal biyo-çeşitliliği yaratan köy çeşitlerinin) doğa dostu tarım uygulamaları ile yerel ekonomiye ve gıda güvenliğine katkı sağlamasının devamlılığı. Muğla’da hayata geçirilen proje kapsamında Muğla’ya bağlı köylerde araştırmalar yapılıyor. Ancak bu çalışma elbette Muğla ile sınırlı kalmak zorunda değil. Meyve Mirası ekibi, Türkiye’nin farklı yörelerinde benzer çalışmalar yapacak kişi veya kurumlara destek olmaya hazırlar.

Bu proje sayesinde Muğla yöresinde yerel meyve çeşitlerinin devamlılığı, bu çeşitlere bağlı gelişen yerel geleneklerin sürdürülmesi ve köylerde geçimin “sigortası” olarak kalması; Muğla yöresinin yerel meyve çeşitleri ve tarımsal biyolojik çeşitliliği konusunda farkındalık ve tanınırlık yaratılması ve Muğla köylerinde yerel meyve üretiminin bir geçim kaynağı olabilmesi (genetik kayıt altına alınması, yerli isimleriyle tescilleme ve pazarlama stratejilerinin belirlenmesi) hedefleniyor.

Marketlere alışverişe gittiğimizde her meyveden bir veya iki çeşit görüyoruz oysa binlerce yıllık bir tarihe sahip olan Anadolu tarımında yüzyıllar içinde ortaya çıkmış yüzlerce farklı çeşit var. Hepsinin kendine göre bir tadı, bir farkı var. Kimisi çoktan yok olmuş, kimisi yaşayan tek bir ağaçta kalmış, kimisi tek bir köyde kalmış… meyve Mirası Projesi yüzlerce çeşidi hayatta tutmak, köylülere gelir yaratmak ve doğal mirasımız olan bunca çeşidi korumak için çalışıyor. Bizler de eğer bir gün gelip tek tip meyveye mahkum kalmak istemiyor, mirasımızı korumak istiyorsak, bu projeye hem gönüllü hem de tüketici olarak destek vermeliyiz.

Projenin bugün geldiği noktayı anlatır mısınız?

Meyve mirası projesi başlayalı yaklaşık birbuçuk sene oldu. Karşılaştığımız meyve çeşitlerinin zenginliği bizi şaşırtmaya devam ediyor. Miras meyvelerin tespit edilmesi, herbaryum ve moleküler çalışmalar için örnek toplamanın yanısıra,  yöredeki meyve zenginliğine bir farkındalık yaratmak amacıyla da çalışmalar gerçekleştirildi.  Bir köy ilkokulunda interaktif eğitim çalışması yapıldı. Öğrencilerin aileleriyle birlikte doldurdukları formlar sonucunda çok önemli yeni bilgiler elde edildi. Bir yerli meyve listesi oluştu. Aile ve çocuklar ile hâlâ görüşülüyor. Bazı miras meyvelerden Bodrum ve Datça’daki anaç ağaçlara aşılama ve daldırma çalışmaları yapıldı, ilgili ve meraklı yerli kişilere çelikler verildi. Bodrum Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nün serasına da yetiştirilmek ve belki peyzajda kullanılmak üzere çelikler verildi. Bodrum’un Cuma pazarında yerli ürün satan pazarcılarla ve köylülerle de sürekli görüşülüyor. Pazar tezgahlarındaki meyvelere mutlaka meyvelerin isimlerini yazmalarını öneriyoruz. Örneğin üzümün herhangi bir üzüm olarak anılmak yerine üzerine  konacak bir etiketle “tilki kuyruğu üzümü”  olarak tanıtılmasına, tüketicilerin meyvelere isimleriyle aşina olmasına çalışıyoruz.

Hedeflerinize ulaşma yolunda ne noktadasınız, yakın gelecekteki adımlarınız neler olacak?

Projeye başlarken hedefimizi Muğla’nın meyveleri ile sınırlamıştık, ancak görüyoruz ki bu bile oldukça büyük bir hedefmiş. Şimdiye kadar Datça’daki badem ve incirlerin çok büyük bir kısmını bulduk, Bodrum Yarımadası’nı oldukça detaylı bir şekilde, Milas ve diğer bazı ilçeleri de kısmen tararayarak 28 meyve türünde çok sayıda çeşit tespit ettik. Datça’da tek bir köyde, Sındı köyünde 38 çeşit badem tesbit ettik. Miras meyve bilgilerini içeren bir veritabanı oluşturduk. Köylere gidip tek tek meyveleri sormaya başladığımız ilk günden beri tahminimizin ötesinde bir ilgi ile karşılaştık. Bize bilgileri verenler de bu meyvelere başka bir gözle bakmaya başladılar. Şimdi yerli meyvelerin çeşitleri arasındaki akrabalık ilişkilerini gözleyeceğimiz moleküler çalışmaların sonuçlarını merakla bekliyorlar. Artık ziraatçilerin kendilerine verecekleri yeni fideleri dikmek için dedelerinin bahçesindeki meyve ağaçlarını kesmeden bir kez daha düşüneceklerini, bu ağaçlara farklı bir gözle bakmaya başladıklarını görüyoruz. Hedefimiz şimdiye kadar bulduğumuz meyve çeşitlerinin köy çeşitleri olarak kayıt altına alınabilmesini sağlamak. Ancak ilgili mevzuatın belirsizliği nedeniyle sorunlar yaşanıyor. Çünkü meyve çeşitleri sadece ticari önemleri ve verimlilikleri açısından değerlendirilmiş. En büyük, en ağır çeken, raf ömrü en uzun, en çok ürün veren türlere önem verilmiş. Bütün hukuki mevzuat bu çeşitlerin ticaretinin düzenlenmesi üzerine kurulmuş. Ama bu coğrafyada yaşayan çiftçiler tarafından binlerce yılda geliştirilmiş bu zengin biyoçeşitliliğin gen kaynağı ve kültürel miras olarak korunmasına yönelik düzenlemeler yapılmamış. Bu nedenle en önemli hedeflerimizden biri tespit ettiğimiz çeşitlerin bitki gen kaynağı olarak korunmasını sağlayacak bir kayıt sisteminin oluşturulması. Bu tarımsal kültür mirasını belgeleyen  bir miras meyve kataloğu örneğin. Ticari işletmelerin hiçbir şey yapmadan bu türler üzerine patent koymalarını engelleyecek, bu miras meyvelerin geleneksel üretiminin herkesçe serbest olarak yapılmasına engel olmayacak bir sistem öneriyoruz.

Projemizin basında duyulması sonrasında Türkiye’nin pek çok yerinden mesajlar almaya başladık. Benzer projelerin diğer yörelerde başka gruplar tarafından yürütülmesinin daha verimli olacağına inanıyoruz. Veri tabanımızı oluştururken kullandığımız yöntemleri ilgilenen gruplarla paylaşmak niyetindeyiz. Bildiğimiz kadarıyla bizimkine benzer bir çalışma henüz yok, ama çalışmamızı duyup bize yazanlarda böyle bir istek uyandırdığımızı görüyoruz.

Doğal gıdaların, doğal tarımın önemi üzerine neler söylemek istersiniz?

Doğal gıdaların hepsi doğanın tek başına ürettiği ürünler değil. Önemli bir insan faktörü var. Yediğimiz meyvelerin ve sebzelerin çoğu insan eliyle kültürü yapılmış türler. Bu biyoçeşitlilik insan eliyle tarımsal süreçte binlerce yılda gelişmiş.  Konvansiyonel tarım daha çok ziraî ilaç ve gübre gerektiriyor. Verim, görüntü ve dayanıklılık gibi ticari avantajları gözeten bir temele kurulmuş. Bunun karşılığında daha az lezzet, daha zayıf toprak, vücudumuzda, toprakta ve yer altı sularında daha çok zehir anlamına geliyor.  Yerli çeşitler daha az ilaç, gübre ve sulama istiyor. Geleneksel tarım doğa ile uyumlu ve dengeyi bozmadan yapılıyor. Örneğin Bodrum’un Yalıçiftlik ve Kızılağaç köylerindeki yerli incir çeşitlerinin yetiştiği incirlikler, Milas’ın Fesleğen Yaylası’ndaki onlarca çeşit armudun yetiştiği armut bahçeleri hiç sulanmadan, ilaç ve ticari gübre verilmeden her yıl tonlarca incir ve armut  veriyor. Muğla’nın ilçelerinden biri olan Ula’da yerine göre susuz karpuz yetiştirilebiliyor. Lezzeti de bambaşka. Ancak doğal dengeler bozuldukça doğal tarım yapmak da zorlaşıyor. Organik tarım her zaman doğal veya doğa dostu değil. Tarım ilacı kullanmamak için direnci GDO olarak geliştirilmiş ithal tohumlar kullanılabiliyor. Organik serfifikalı büyük üreticiler monokültür (tek tip) üretim yapmayı tercih ediyor. Monokültürde hem doğal denge bozuluyor hem de aynı anda hasat gerektiğinden yöreye mevsimlik işçiler getiriliyor, üretim maliyeti artmış oluyor. Halbuki geleneksel üretim yapan çiftçinin tarlasına ektiği farklı çeşitlerin hasadını kendi ailesi ile farklı zamanlarda yapabilmesi mümkün.

Biyoçeşitliliğin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Yüzlerce türün yok olması demek doğada nasıl bir zincirleme etki oluşturur? (bunu genelde hayvan türleri için biliyoruz ama tarım ürünleri veya bitkilerin çeşitliliğinin önemini pek bilmiyoruz).

Biyoçeşitlilik dediğimizde hayvan ve bitkileri birbirinden ayırmak mümkün değil. Bütün canlılar birbirleriyle ama aynı zamanda da toprak, su ve hava ile sürekli etkileşim ve denge içindeler. Her biri bir diğerine bağımlı. Biyoçeşitlilik doğal olarak gelişirken, tarımsal biyoçeşitlilik insan ve kültürün etkisiyle zenginleşiyor. Ancak yine insanın yarattığı tarımsal biyoçeşitliliği de insan yok ediyor. Yanlış tarım uygulamaları ile  denge bozuluyor. Aşırı ve yanlış ilaçlama ve sulama yüzünden hem bitkiler, hem hayvanlar, hem de temiz su kaynakları zarar görüyor. Yanlış tarım uygulamaları doğaya çok zarar verirken, biyoçeşitliliğin azalmasından en büyük kaybı yine insanoğlu yaşıyor. Eskiden bir yöredeki insanlar yüzlerce çeşit bitki ile beslenirlerken şimdi tüm dünyada 100 kadar bitki çeşidinin yoğun olarak tarımı yapılıyor. Değişen iklim koşullarına bu kadar az sayıda çeşitten kaçının uyum gösterebileceği, herhangi bir hastalık durumunda ne yapılacağı bilinmiyor, geleceğin besin güvencesi tehlikeye atılıyor. Lezzet çeşitliliği azalıyor.

Anadolu’nun doğal biyoçeşitliliği, Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri meyvecilik geleneği ve Osmanlı dönemindeki meyve yetiştirme kültürünün bugün sahip olduğumuz doğal meyve mirasının oluşumunu nasıl etkilediğini kısaca özetler misiniz?

Türkiye meyve çeşitleri açısından olağanüstü zenginliğini, Anadolu’nun doğal biyoçeşitliliğine ve bir uygarlıklar beşiği olmasının yanı sıra Orta Asya’dan gelen köklü meyve yetiştirme geleneğine borçludur. Çin kaynaklarına göre, 7. yüzyılda Doğu Göktürkler tarafından Türkistan’dan Çin’e yollanan “kısrak memesi” üzümünden bir Çince şiirde bahsediliyor. Buhara ve Semerkand’da bulunan Çinli elçiler, kavun, karpuz, elma, şeftali, armut, erik ve dut gibi meyvelerin bolluğu ve güzelliğinden bahsediyorlardı.

Bizanslı Rum tarihçisi Kritovoulos, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden sonra Topkapı Sarayı bahçesine her türlü meyve ağacı diktirdiğini yazmış.

Türkiye’den birçok meyve çeşidi 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya yayılmıştı. Dünyaca meşhur Cantaloupe kavunu, Türkiye’den Ermeni papazlar tarafından Roma’ya götürülerek Cantaluppi Çiftliğinde yetiştirilmiş, sonra Fransa’ya götürülmüştü. Macar tarihçisi Sandor Takats, Türklerin kavun, karpuz, kayısı gibi pek çok meyve çeşidini Macaristan’a getirip ülkenin her yerinde bahçe kurduklarını anlatıyor.

17. yüzyılda İstanbul’da hediyelik meyve satan 80 dükkân, yaklaşık üç bin manav varmış. Kış aylarında bin gemi dolusu Gemlik narı İstanbul’a getirilirmiş

Meyveye verilen önemden dolayı Osmanlı bahçıvanlığı ve aşıcılık ayrı bir meslek koluydu. 17. yüzyılın ortasında İstanbul’daki bahçelerde 50 binden fazla bahçıvan ve 500 tane aşıcı çalıştığı söyleniyor.

1570 yılı civarında yazılan Revnak-ı Bostan adlı Osmanlıca bahçe bilimi kitabında sekiz aşı türü ve hangi aşıların uzun yola götürülmeye müsait olduğu ve ne şekilde taşınacağı da anlatılıyor. Saklama yöntemleri, meyve ticareti, farklı mevsimlerde olgunlaşan çeşitler ve turfandacılık sayesinde Osmanlı döneminde yıl boyunca meyve yemek mümkündü.

Hibrid tohum kullanımı ve buna paralel olarak hormonlu sebze meyve üretiminin giderek artmasını nasıl karşılıyorsunuz?

Hibrid tohumlar üretimde verimin arttırılması veya başka ticari avantajlı özelliklerin kazandırılması için geliştirilmiş çeşitler. Hibridleme zaten geleneksel meyve ve sebzecilikte  uygulanan bir yöntem. Sadece şimdi farklı bir teknoloji ile yapılıyor.  Hibrid bir tohum ilk ekildiği yıldan sonraki yıllarda taşıdığı özelliklerini kaybedebiliyor. Bu nedenle aynı kalitede ürün elde edebilmek için her yıl tohum satın almak gerekiyor. Halbuki bir yörede yıllardır tohumdan ekilerek üretilen çeşitlerde karakter özellikler hem bir durulmuşluğa sahip, değişmiyor, hem de o yörenin toprağının yapısına, suyuna,  böceklerine uyum sağlamış özellikler zaten bu süreç içinde seçilmiş oluyor. Bu nedenle üreticinin kendi yerli tohumunu kaybetmemesi ve bu tohumdan tekrar üreterek bu türleri yaşatması çok önemli.

Hormonlu sebze veya meyve denince doğal yollarla arılar tarafından gerçekleştirilen döllenme yerine çiçekteki döllenmenin bazı kimyasallar kullanılarak indüklenmesini, böylece her açan çiçeğin meyve bağlamasının garanti altına alındığı ürünleri kastediyoruz. Bitki ve hayvanlarda benzer yapı ve işlevi olan hormonlara benzeyen bu kimyasalların bu nedenle yan etkilerinin mutlaka sorgulanması gerekiyor.  Verimi arttırmak adına kullanılan böcek ilaçları (pestisitler) da doğal arı popülasyonlarının yok olmasına, dolayısıyla da döllenme için gitgide daha çok kimyasal kullanılmasını gerektiren bir kısır döngüye yol açıyor.

Hibrid tohum kullanımının ülkemiz tarımında üretimi göreceli olarak arttırmasının avantaj ve dezavantajlarını belirtir misiniz?

Ülkemize dışarıdan getirilen tohum kullanımının artması ile birlikte çiftçimiz, atalarından kalan ve yöresinde sürekli üretimi yapılan kendi tohumunu saklamaz ve yeniden üretmez oldu. Bir yöreye uyum sağlamış yerel çeşitler bu nedenle kaybolmaya başladı.  Dünyada da tarımsal biyoçeşitliliğin dörtte üçünün son yüzyıl içerisinde yok olduğu görülüyor. Örneğin, Fransa, sertifikası olmayan hiçbir ürünün satışına izin vermeyen AB tarım politikaları yüzünden tarımsal biyoçeşitliliğinin %90’ını kaybetti. Türkiye’de de benzer bir tohum yasası iki yıl önce meclisten geçti. Bu günlerde bu tohum yasasının yürütülmesini düzenleyecek son yönetmelik ve tebliğler hazırlanıyor. Avrupa bu yasalardan acı dersler aldı, şimdi bunları düzeltmeye, elinde kalanı korumaya çalışıyor. Türkiye’nin ilgili mevzuatı ne pahasına olursa olsun AB’ye uyum için değil, AB ülkelerindeki uygulamaların sonuçlarından ders çıkartıp, tarımsal ve kültürel mirasımızı koruyacak şekilde yazması gerekir.

Hem üreticiler, hem tüketiciler bu ülkede yetiştirilmiş ürün için ‘yerli ürün’ sözünü kullanıyorlar, halbuki pek çoğunun tohumu çok uluslu tohum şirketlerinden ithal yoluyla geliyor. Bu nedenle “atadan kalma”  yerli tohumların korunması, bu yerli tohumlardan üretilen ürünlerin satışının devamlılığının sağlanması, bu çeşitliliğin asıl koruyucusu olan köylünün yerli çeşitleri yetiştirmeye ve korumaya devam etmesi önemli. Köylü, atadan kalma bu çeşitlerden para kazanmaya devam edebildiği sürece ve de biz bu çeşitleri satın alıp tükettiğimiz sürece bu yerel lezzetler korunabilecektir.  Tarım Bakanlığı’na bağlı enstitülerde tohum bankaları mevcut ama tohumun içinde yetiştiği toprak, su ve hava ile sürekli etkileşim ve uyum içinde olduğu hatırlanmalı. Değişen iklim koşullarına olan uyum, dolayısıyla gelecekteki gıda güvenliğimiz ancak tohum üretilmeye devam ettiği ölçüde sağlanabilir.

Meyve mirası projesine ilişkin bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (BÜMED) için üretilen “Boğaziçi” dergisinin 133. sayısında (Ekim 2008) yer aldı. Pınar Türen ve Ayşegül Zülfikar tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Teoman Gürzihin çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Nur Ayman Çakmak tarafından yapıldı.