bread

Tiyatro insanı inşa eder

Tiyatro Sanatcısı Altan Erkekli, Türkiye’nin tiyatro ile kalkınacağına inanıyor. Çünkü tiyatro insanı, insan da ülkeyi inşa ediyor. Ancak bunun icin milli bir seferberlik ilan edilmesi şart. Zira nüfusumuzun yalnızca yüzde 1’i sürekli tiyatro seyircisi. Hal böyleyken Altan Erkekli’nin ilginç bir önerisi daha var: “Kömür verdiğimiz insanlara, aynı zamanda hayatın içinde ısınmalarını sağlamak icin iki tane de tiyatro bileti versek…”

Onu tiyatro sahnelerinden, televizyon dizilerinden ve sinema filmlerinden tanıyoruz. Bir dönem seslendirme de yapmış ama asıl mesleği oyunculuk. Tiyatrocunun o kendine has duygusunu her an içinde yaşayan ve karşısındakine de o naifliği geçiren çok sıcak, çok kalender bir isim Altan Erkekli. Hayata, özellikle de bugüne dair çok çarpıcı ama doğruluğu su götürmez söylemleri var. Acarkent Doğa Koleji öğrencilerinden Zeynep Yağmur Karova, Katre Yırtıcı ve Uran Akgün, bir tiyatro üstadının penceresinden dünyaya bakmak üzere o gün Beşiktaş’ın ünluü buluşma noktalarından Hakan Pastanesi’nde Altan Erkekli ile bir araya geldiler.

Zeynep Yağmur Karova: Biyografinizde okuduğum kadarıyla tiyatroyla lise yıllarında ilgilenmeye başlamışsınız. Nasıl kesişti yollarınız?

İnşaat mühendisi olmak isterken öğretmenlerim beni tiyatroya yönlendirdi. Ülkede çok inşaat mühendisi var, ülkeyi inşa etmek insanla olur. İnsanı inşa edemezsek istediğimiz kadar binalar, köprüler yapalım, fayda etmez” dediler. İnsan ilişkilerindeki en güzeli, en doğruyu, en mükemmeli anlatan, insanın kendini ilk var ettiği sanat tiyatrodur. Tiyatroda çok eksiğiz ve bu ülkenin tiyatroyla kalkınmaya ihtiyacı var. İşte öğretmenlerim de bende o cevheri görmüşler. İyi bir tiyatrocu olacaksın” diyerek beni sahneye yönlendirdiler. İyi ki de öyle yapmışlar. Onlar olmasaydı hakikaten ben belki de savrulur, Türkiye’nin şu harala gürele ortamında çok farklı bir yerde olurdum.

Katre Yırtıcı: Tiyatro nasıl bir güce sahip sizce? Neler başarabilir kendi başına?

Şuan tüm dünyada barışa çok ihtiyaç duyulan bir dönemden geçiyoruz, sevgisizlik ve hoşgörüsüzlükler yaşanıyor. Kendi ülkemizde de insanların birbirleriyle diyalog kuramadığı bir ortam var. Oysa tiyatro temelinde barış ve sevgiyi var eden bir sanattır. Tiyatroda bire birlik olduğu için etkileşimi çoktur. İki saat içersinde sizde sahnedekilerle beraber bir serüvene katılır, o olayları yaşar, duygu ve düşünce dünyasında hesaplaşmalar içinde olursunuz. İki saat sonunda da kendi gerçekliğinize tekrar dönersiniz. İnsanlara göremediklerini gösterip yaşanan dünyadan bir ayna tuttuğu için tiyatro çok mükemmeldir. Tiyatroda seyirci kendiyle hesaplaşır, sorgular, düşünür, hayatla daha nitelikli bir etkileşim içine girer. Bu da onu geliştirir. Gelişen bireyler gelişen toplumların öncüleridir. Ama bugün ülkemizdeki tablo hiç de parlak değil. Var olan nüfusa oranladığımızda tiyatro seyircisi çok az, tiyatrolar can çekişiyor. Yine de sizin gibi genç kuşakların tiyatroyu daha çok seveceğini ve sevdireceğini düşünüyorum, ancak böyle tiyatro sanatı hak ettiği yere varacaktır.

Uran Akgün: Nasıl bir öğrenciydiniz? Öğretmenleriniz sizin başarılı bir tiyatro sanatçısı olacağınızı nereden anlamışlar?

Sanırım tanrı vergisi bir yeteneğim var. Ailemde hiç tiyatroyla ilgilenen biri olmadı ama rahmetli annem hep hayatı gözlemlerdi. Gördüğü bir olayı biraz da kendinden eklemelerle zenginleştirerek yorumlar, ortaya meddahvari bir öykü çıkarır, şiveli konuşur, taklitler yapardı. Hatta bazen anlattığının heyecanına kapılıp, kalkar oynamaya başlardı. Sanırım yeteneğimi ondan almışım. İlkokula başlamadan oyunlarda kralı oynuyorsam onun getirdiği farklılıkları sunmaya başladım. Bir zavallıysam arkadaşlarımın yapamadığı şekilde zavallı oldum, bir maymun olduğumda arkadaşlarımın olamadığı şekilde hareketler yapmaya başladım. Gözlemledikçe bu hoşuma gitti. Kediyi, kurdu, kuşu, yaşlıyı, genci, çocuğu, sarhoş adamı, çok konuşan kadını, kavgacıyı, ılımlıyı gözlemlemeye başlayınca bunların her biri benim içimde köpürmeye çoğalmaya başladı. Bu köpürme-çoğalma beni sınıftaki arkadaşlarımdan çok daha farklı bir yere götürdü. Bir de öğretmenlerimiz bizi her hafta tiyatroya götürüyordu. İzlediğimiz bir oyunu sınıfın içinde oynamam da beni çok geliştirdi. Etrafımda yavaş yavaş bir beğeni çemberi oluştu, alkışlar başladı. Alkış ve iltifatlar alınca ben de daha farklı şekilde bunun üstüne eğilmem gerektiğini anladım. Her tiyatroya gidişimde sahnedekilere hayran kalmaya başladım. Her defasında aynı aktörleri farklı rollerde görmekten çok etkilendim. Rahmetli Kerim Avşar bir hafta Hamlet, sonraki hafta Anadolu eşrafından birini oynuyor, başka birinde de bir istanbul beyefendisi oluyordu. Bu çeşitliliğin bir zenginlik olduğunu gördüm ve böyle bir hayatın da çok farklı olacağına inandım. Bu yüzden inşaat mühendisliği hayalinden vazgeçmem kolay oldu.

Zeynep Yağmur Karova: Kadıköy Maarif Koleji’nden mezunsunuz. Biraz okul günlerinden söz eder misiniz? 

İlkokul 1. sınıftan itibaren hep yatılı okudum. Yedi yaşında bir çocuğun ailesinden uzakta olmasını bir düünün. Ana kuzusunuz daha. Zordu elbet. Ortaokula Diyarbakır’da gittim ve orada üç yıl daimi yatılı kaldım. Bugün bunu hangi aile yapabilir? Bırakın Diyarbakır’ı, İstanbul içinde orada oraya gönderemiyoruz artık çocuklarımızı. Hatırlıyorum da babam 11 yaşında beni istanbul’dan Kurtalan Ekspresi’ne tek başına bindirir, üç gün üç geceden sonra dilini bile bilmediğim bir memlekette kendimi bulurdum. Ama o zamanlar çok güzel, çok temiz bir Türkiye vardı. Sular temizdi o zamanlar. Çeşmeden su içerdik. Şimdi Anadolu’nun en küçük ilçesinde bile şişe suyu var. Zaten önce sular kirlendi. Sular kirlenince insan ilişkileri de kirlendi. Artık insanlar yalnızca kendileri için yaşamaya başladılar. Bir şekilde bizibirbirimizden uzaklaştırdılar. İşte bizi toparlayacak olan nedir biliyor musunuz? Sanat ve tiyatro. Tiyatro her şeydenönce bizi birbirimize getirecek olandır. Çünkü tiyatroda yan yana seyredersiniz oyunu, kol kola oturursunuz, aynı havayı solursunuz. Tiyatro bu yüzden çok önemli. Sinema da önemlidir tabii ama orada göremiyor, dokunamıyorsunuz. Tiyatroda çok daha somut bir ilişki var.

Katre Yırtıcı: “Kopernikli Yüzbaşı” oyununda başrol oyuncusu gösterime gelmeyince siz sahneye çıkmışsınız. O günkü heyecanınızı bizimle paylaşır mısınız?

Aslında heyecan ondan çok öncebaşladı. Ben Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü 1. sınıfındaydım. Hocamız Prof. Dr. Özdemir Nutku, 3 ve 4. sınışarın oynayacağı oyunda benim gibi 1 ve 2. sınıflara da sahne gerisinde sorumluluk vermişti. Kostümleri ve sahneyi hazırlayan ekipteydim ben de. Üç perdelik bir oyun çalışılıyordu, bu da 100’den fazla sahne demekti ve bu yüzden çok büyük bir oyuncu kadrosu vardı. Öyle yazılı bir metin de yoktu elimizde. Ben sabahın köründe okula geliyor, tüm işlerimi yapıp, provaları en ön sıradan izliyordum. Her repliği ezberlemeye başladım. Serde tiyatroya hayranlık da var, bu işin en iyisi olmak istiyordum ya. Genel provalara gelindiğinde başroldeki Köpenikli Yüzbaşı Foyt’u oynayacak iki kişi provaya gelmedi. Hocamız Hülya Nutku, bana işaret ederek “Sen metni alarak sahneye çık, Yüzbaşı Foytu ‘replase’ et” dedi. Yani onun sözlerini söyleyerek diğer arkadaşların sahnedeki oyunlarını ve provalarını yapmalarına yardımcı olacaktım. Ben sahneye metni almadan çıktım. Hoca metni almamı söyleyince, ben de “Gerek yok, ezberimde var” dedim. Şaşırdı biraz, sonra denemek için “o zaman 7. Sahneyi yapalım” dedi. Ezberimi başarıyla yaptım, sonra “65. sahne” dedi. Onu da yaptım. Böyle birkaç sahne daha yapınca provayı durdurdu ve diğer asistanlarla birlikte yukarı çıkıp, Prof. Dr. Özdemir Nutku’yu çağırdı. Özdemir Hoca geldi ve o da aynı şekilde tombala çeker gibi metinden birkaç sahne söyledi. Sonra yine ara verdiler ve kendi aralarında konuşup, bana dönerek “Provaları sen götüreceksin ama sen oynamayacaksın” dedi. Yıllar sonra Özdemir Hoca’yla konuştuğumda hem birinci sınıf olduğum için şımarırım endişesi hem de 3 ve 4. sınıflara karşı dengeyi korumak için böyle davrandığını açıklayarak “Ben senin yapacağına inandım, çünkü senin gözlerindeki ışıltıyı gördüm” demişti. Benim hayatımdaki dönüm noktası bu oyundur işte.

Uran Akgün: Ankara Sanat Tiyatrosu’yla uzun yıllar çalışmışsınız. Biraz da o serüveninizden söz eder misiniz?

“Kopernikli Yüzbaşı” oyununun prömiyerine rektörler, devlet tiyatrosu genel müdürü, özel tiyatro temsilcileri gelmişti. Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) kurucusu Rutkay Aziz de izleyenler arasındaydı. Oyundan sonra kulise gelerek hepimizi tebrik etti, bana da “AST gemisine binmek ister misin?” diye sordu. Ben de hakikaten bir gemiden söz ediyor sandım ve “Efendim benim yüzmeyle aram yok” dedim. Gülümsedi ve gitti. Sonra bunun bir mecaz ifade olduğunu öğrendim. Böylece 1. sınıftayken Ankara Sanat Tiyatrosu’nda profesyonel oyunculuğa başladım. Maksim Gorki’nin ‘Ana’ adlı oyununda başrol oynadım. Bir hafta gibi bir sürede oyuna hazırlandım. Perdenin açılışının ardından benim şarkımla oyun başlıyordu. İlk gece o kadar heyecanlıydım ki zangır zangır titriyordum. Sanki kemiklerim sapır sapır sahneye dökülecek gibi geliyordu. Çıktım oyunumu oynadım ve herkes çok beğendi. Bunca yıllık meslek hayatımda şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki o heyecan bitmemeli, bittiğinde içinizdeki her şey de bitiyor demektir.

Zeynep Yağmur Karova: En çok hangi rolün etkisinde kaldınız? Unutulmaz karakter hangisiydi sizin için?

Oynadığımız her karakter bizim çocuklarımız oluyor. Birini ayırırsak diğerlerine ihanet etmiş gibi olurum. Ama tiyatro kariyerimde dönüm noktası diyebileceğim oyunlarımdan sözedebilirim. 1982 yılında ‘Küçük Adam Ne Oldu Sana’ oyunu ile hem ben hem de Nurseli İdiz ki onun da tiyatrodaki ilk oyunudur, Sanat Kurumu’nun ‘en iyi erkek’ ve ‘en iyi kadın’ oyuncu ödüllerini almıştık. 1996 yılında da ‘Ay Karmela’ oyunuyla bir kez daha aynı ödüle layık görüldüm. Bir de ‘İnadına Yaşamak’ diye tek kişilik bir oyunum vardı. Bu üçü tiyatro hayatımda benim için önemli kavşak noktalarıdır.

Katre Yırtıcı: Seslendirme sanatçılığı da yapmışsınız. Hatta Susam Sokağı’nın sevimli karakteri Edi’ye hayat veren sizmişsiniz. Devam ediyor mu seslendirme çalışmalarınız?

Seslendirmeyi daha çok AST’de oynarken Ankara Televizyonu için yapmıştım. Köksal Engür’le birlikte Edi-Büdü karakterlerini seslendirdik. İstanbul’a geldikten sonra çağrılmama rağmen devam etmedim çünkü bu işten kazanç sağlamayı uman pek çok genç arkadaşım var. Benim farklı alanlarda işlerim zaten var, bir de buna girmek anlamsız ve diğerlerine haksızlık gibi geldi. O yüzden artık seslendirme yapmıyorum.

Uran Akgün: Peki çocuklarınız sizin gibi tiyatroya yönelse tavrınız nasıl olur?

Büyük oğlum Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü 1. sınıf öğrencisi. Küçük ise yarı zamanlı konservatuarda piyano eğitimine başladı. Onun da tiyatroya ilgisi var. Onlara sadece “Benim gibi aşık olacaksanız, tiyatro yapın” dedim. Öyle de yapıyorlar.

Zeynep Yağmur Karova: ‘İnadına Yaşamak’, beş bölümden oluşan tek kişilik bir oyun. Tek kişilik oyun deneyiminiz daha önce var mıydı? Zorlukları neler?

İlk deneyimimdi. Başlangıçta “Ben oynayamam” dedim. Çünkü Müşfik Kenter, rahmetli Kerim Avşar, Genco Erkal, Ferhan Şensoy gibi bu işin üstatları var. O zaman Rutkay Aziz, ki kendisi benim ustamdır, “Senin zamanın artık geldi” geldi. Böyle bir ustadan icazet alınca “peki” dedim. 1997-2007 yılı arasında on yıl kadar bu oyunu Avustralya’ya kadar geniş bir coğrafyada 1500 kez oynadım.

Katre Yırtıcı: Biraz önce söylediniz Türkiye’de tiyatro izlenme oranı çok düşük. Dünyadaki durumla karşılaştırsanız, nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?

Devlet İstatistik Enstitüsü’nün verilerine göre Türkiye’de sürekli tiyatro izleyen kesim yüzde 1. Geçenlerde nüfusumuzun 71 milyon olduğu açıklandı. Yani 710 bin kişi sürekli tiyatroya gidiyor. Yüzde 7’si maddi koşullar nedeniyle zaman zaman gidebiliyor. Yüzde 6’sı tiyatronun kelime olarak ne anlama geldiğini biliyor ama hayatında hiç gitmemiş. Bunların tamamını topladığımızda yüzde 14 gibi bir rakam çıkıyor. Bu ne demek? Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan 71 milyondan yüzde 86’sı hayatında hiç tiyatroya gitmemiş, operayı hiç duymamış, baleyi bilmiyor, müze gezmemiş. Ama Londra’da her akşam saat 20.30 da 312 tiyatro perde açıyor. 21 milyonluk İstanbul’da özel ve devlet tiyatrolarının toplam sayısı 50’yi geçmez. Bu çok acı ve ağır bir rakam çünkü üstünde oturduğumuz coğrafyada muhteşem kültürlerin kalıntıları var. Aspendos 15 bin kişilik, Bergama’daki Asklepion 5 bin kiş ilik, yer altında 45 bin kişilik bir tane daha var. Bu topraklarda insanlar her daim sanatın içinde olmuşlar, tiyatro izlemişler. Biz hala ‘tiyatro nedir, tiyatroyla nasıl bütünleşiriz’ soruları içinde bocalıyoruz. Sorunun cevabına dönersem dünyaya göre bizdeki tiyatro izleyicisi oranı yerlerde sürünüyor.

Uran Akgün: Sizin bir çözüm öneriniz var mı peki?

Bu alanda milli seferberlik ilan etmek gerekiyor. Yani verem savaşla, sigarayla, uyuşturucuyla mücadele gibi topyekun bir mücadele başlatılmalı. Başbakanlık, Milli Eğitim Bakanlığı, diğer bakanlıklar, özel sektör, sivil toplum kuruluşları herkes bu amaç için bir araya gelmeli. Tiyatro salonları yapılmalı, belediyeler semt sakinlerini tiyatrolara taşımalı. Mesela vatandaşlara kömür veriyoruz, hayatın içinde hayata karşı ısınmaları için iki tane de tiyatro bileti versek o insanlara. Özel tiyatrolar can çekişiyor, hem onları yaşatmak hem de halkı tiyatroyla buluşturacak formüller üretmeliyiz. Park, bahçe yapmak her belediyenin görevi ama bir de halk evleri gibi kültür evleri açmak da görevleri olsa. Buralarda biçki dikiş, müzik, tiyatro, halk oyunları gibi değişik alanlarda gençlere, çocuklara fırsat tanınsa. Bir bütünlük içinde her şeyi organize etmek mümkün. Mesela biçki dikiş bilen, tiyatronun kostümlerini hazırlayabilir. İyi türkü söyleyen tiyatroda arkadaşlarına sahnede destek verebilir. Gençlerimizin atari salonları ve kahveler yerine tiyatro salonlarını doldurmaları için onlara destek olmamız, yol göstermemiz, fırsatlar sunmamız lazım. Bir turnemizde otobüsü kullanan şoförün oyunumuzu izledikten sonra söylediklerini hiç unutamıyorum: “43 yaşındayım, ilk kez tiyatro oyunu izledim. Beni tiyatro ile buluşturmayan herkese öfke duyuyorum.”

Zeynep Yağmur Karova: Sinemanın ulaştığı teknoloji ve maddi olanaklar karşısında tiyatronun pek sesi soluğu çıkmıyor. Sizce tiyatro nereye doğru yönelecek?

Gene insana yönelecek. Yeryüzünde yazan, oynayan ve izleyen olduğu sürece yani bu üç kişi kalana kadar tiyatro da ölmeyecek. Çünkü tiyatro kendini ilk var eden sanat. İlkçağ insanları avdan sonra gelip mağaraya nasıl avladığını çizmiş, sonra onu önce sözle sonra hareketle anlatmış. Bir sıkıntıyı bir acıyı bir neşeyi bir derdi anlatmaya başlayınca bu oyun oluyor. Tiyatro çok daha disipline ve gerçek. Aynı zamanı ve mekanı paylaşmanın getirdiği bir gerçeklik var. Sinema montaj sanatı ve birtakım teknik sahtelikler içeriyor. Yani gündüzken geceyi, geceyken gündüzü yaşayabiliyorsun. Sinemada film gösterime girdiği anda dünyanın her yerindesin. Tiyatroda ise bir tek yerde olabilirsin ve orada da kanlı canlı, etten kemikten halinle duygularını karşındakine aktarırsın. Sinemada nasıl oynadıysan aynen öyle kalır ama tiyatroda her defasında oyununa bir farklılık katman mümkün. Gündemin, seyirci profilin değiştikçe sen de buna adapte olabilirsin. Sinemanın bir artısı da kalıcılığının olması, tarihe bir iz bırakıyor olabilmendir. Tiyatroda ise suya imza atar gibisin. Gerçi artık tiyatro oyunlarının da DVD’ye çekilmesine başlandı ama mesela ben 100’den fazla oyun oynadım ama hiçbirinin kaydı yok. Ama her şeye rağmen tiyatro, sinemayla teknik olarak yarışamasa bile nafliğiyle hala önde gidiyor bence.

Katre Yırtıcı: Mesleğiniz adına gelecekteki plan ve projeleriniz nelerdir? fiimdiki hayaliniz nedir diye sorsak?

Sizin Beykoz kampüsünüz gibi doğayla iç içe bir tiyatro okulu açmak istiyorum. İlk sınıf 10 kişi ile başlayacak ve yatılı bir okul olacak. Neden yatılı istiyorum biliyor musunuz? Çünkü naif insanları yetiştirmek için önce onları bu şehrin kirlenmiş ortamından uzak tutmak gerekiyor. Tabiî ki gözlem yapmak için ara ara hayata karışacağız ama şehrin içinde olmayacağız. Sabah erkenden kalkıp, asker gibi koşacağız. Sonra akşama kadar çalışıp, ardından belki bir tiyatroya, operaya ya da sinemaya gideceğiz. Tüm amacım benim gibi beş kişi daha yetiştirebilmek. Ütopya belki ama kim bilir biri çıkar ve “Gel düşlerin için şurayı sana veriyorum” der. Bu düşler olmadan yaşam olmaz zaten. Mutlaka düşlerinizin peşinden koşun.

Yeryüzünde yazan, oynayan ve izleyen olduğu sürece yani bu üç kişi kalana kadar tiyatro da ölmeyecek. Çünkü tiyatro kendini ilk var eden sanat.

Doğa Koleji’nde uygulanan t-MBA Modeli, öğrencileri geleceğe hazırlıyor. Bu çerçevede öğrenciler, mesleklerinde başarıya ulaşmış insanlarla bir araya gelip söyleşiyor. Bu toplantı ve buluşmalar, Tetra İletişim tarafından izlenip kayıt altına alınıyor. Yıl sonunda tüm konular, bir kitapta toplanıyor. Altan Erkekli’yle Doğa öğrencilerinin buluşması 2008 -2009 eğitim döneminde gerçekleşti. Buluşma, Türkşan Karatekin tarafından izlendi ve Cihan Aldık tarafından fotoğraflandı. Konunun ve kitabın editörlüğünü Türkşan Karatekin yaptı. Kitap tasarımı ve uygulaması ise Didem İncesağır’a ait.