bread

Kazım Koyuncu: Şarkılarla geçtim aranızdan

2005 yılında aramızdan ayrılan Kazım Koyuncu’nun hayatı, bir belgesele dönüştürüldü. Ümit Kıvanç tarafından hazırlanan ve “Şarkılarla Geçtim Aranızdan” adını taşıyan belgeselde Kazım Koyuncu’nun hayatı bizzat kendisi tarafından anlatılıyor. Kalan Müzik tarafından yayınlanan ve 3 saat 34 dakika süren bu belgeselin geliri ise Umut Çocukları Derneği’ne bağışlanmış.

Belgeseli hazırlayan Ümit Kıvanç, Kazım Koyuncu için “Tam da bu memleketin en çok ihtiyaç duyduğu insanlardandı. Memleket bunu ne kadar fark etti, bilemiyoruz. Ama ben öyle düşündüm” diyor. Ümit Kıvanç’ın belgesele ve Kazım’a ilişkin görüşleri şöyle:

ÖLÜM HABERİNİ ALDIĞIM GECE
Kazım hastalanmadan kısa süre önce, Viya’nın kapağındaki fotoğrafına bakarken, “Artık gidip bulayım, tanışayım,” diye düşündüm. Kendisiyle yapılan görüşmelerde söylediklerinden, onunla şu ya bu şekilde karşılaşmış insanların anlattıklarından, Kazım’ın kendime çok yakın bulacağım biri olduğuna ve beraber bir şeyler yapabileceğimize dair garip bir önsezim, hattâ inancım vardı. Hastalandığını duyduğumda, onu kaybedeceğimize en ufak bir ihtimal vermedim. “Adamın tedavisi bitsin, telaşı geçsin, öyle gider tanışır, konuşurum,” dedim. Ölüm haberini aldığım gece, o an için elimdeki tek CD’si olan Viya’yı sabaha kadar döndüre döndüre dinler ve ağlarken, durmadan kendime şunları dediğimi hatırlıyorum.

ÖLÜMÜNDEN SONRA ARKADAŞ OLDUK…
Arayı atlayarak doğrudan şuna geçmek istiyorum: Filmi yapabilmek için Kazım’ın en yakınındaki insanlarla zaman geçirmeye ve topladığım ses ve görüntü kayıtlarını defalarca izlemeye, dinlemeye başladığım süreçte, onun elbette benim bir arkadaşım olduğuna kuvvetlice inandım. Filmi yapmak için uğraştığım iki yıl boyunca samimiyetimiz ilerledi. Filmi bitirirken, onun ölümüyle sarsılmaya devam ettim. Onun en yakın arkadaşlarından biri filmi izledikten sonra, “Sanki sen onu çok iyi tanıyormuşsun gibi,” dediğinde, sevineyim mi, gurur mu duyayım, ne yapayım bilemedim.

KUSURLARINI SAKLAMIYOR…
Benim öfkelendiğim şeylere öfkeleniyor, suratı mı asmadan, bağırıp çağırmadan, küfretmeden asla söyleyemeyeceğim şeyleri bazen benden beter sinirlenerek, çoğu zaman güler yüzle, arada kendiyle de eğlenerek dile getirebiliyordu. Bana müthiş bir direnç takviyesi yaptı Kazım. Filmi ilk izlettirdiğim arkadaşlarımdan biri, ileriki günlerde, “Bir şey yaparken, ‘Kazım’a ayıp etmeyeyim şimdi’ diye düşünür oldum,” dedi. Bütün bunlardan bir “ideal insan” portresi çıkarmaya çalıştığımı sanmayın. Zaten Filmi en ufak hamasetten uzak tutmaya çalıştım. Becerdiğimi de sanıyorum. Ama hele bu memlekette asla kolay kolay yetişmeyen, çok özel bir insanla karşı karşıya olduğumuz kesin. Zaten kusurlarını saklama derdi olan birine de hiç benzemiyor ki, bu da sık kullandığı bir deyimle, ona ilaveten “puan yazıyor”.

SADECE KAZIM KONUŞACAK…
Kazım’ın toprağa verilişinden (27 Haziran 2005) birkaç ay sonra, Kazım’ın yakınlarıyla tanışmaya, ardından malzeme toplamaya, Hopa’da, Pançol’da ve Doğu Karadeniz’de farklı yerlerde çekimler yapmaya başladım. Birçok insanın yardımıyla boyuna yeni kayıtlar buluyor, aklınıza gelebilecek her formatta ses ve görüntü kayıtlarını aktarıp sınıflandırarak hazır hale getiriyordum. 2006 yaz sonunda, nihayet, Filmi yapmaya başladım. Akıl edebildiğim, verebildiğim için kendimi pek takdir ettiğimi söylemeden geçemeyeceğim hayatî içeriksel karar şuydu: Bu filmde sadece Kazım konuşacaktı. Kazım’ın yakınlarının da bu fikri coşkuyla onaylaması elbette cesaretimi artırdı.

EVE HIRSIZ GİRİYOR…
Evet, filmi yapmaya koyuldum. Düşündüğümden daha isabetli adımlarla, daha güzel ilerliyordu. Derken, 2006’nın 12 Aralık günü, bir çekim ve kurgu işi için bulunduğum Maslak’taki anima’dan eve döndüm. Saat 19.30 sularıydı. Evimin karşısındaki lokantada yemek yedim ve bizim apartmanın bitmek bilmeyen basamaklarını tırmanmaya başladım. Benim kata geldiğimde, merdivende havlularımdan birini gördüm. Kilit kırık, kapı açıktı. Sırf bu filmi yapabilmek için, yıllardır kullandığım, Matrox kartlı Adobe Premiere’li kurgu sistemi yerine, her şeyi göze alıp, MacIntosh G-5 üstünde Final Cut Pro’lu bir kurgu sistemi kurmuştum. Benim hayat standardımdaki biri için ufak bir servet ödeyerek. Evet, eve girdim. G-5, ekranlar, laptop ve başka birkaç şey çalınmıştı. Şlmden geriye sadece ham kasetler kalmıştı. “Kazım Filmi”nin yapılmış iki saat yedi dakikalık! kısmı artık yoktu. Çocukluğu, Hopa’daki ortaokul ve lise yılları, İstanbul’a geliş, Dinmeyen, Zuğaşi Berepe yılları, kendi grubuyla çıkana kadarki ara dönem, askerlik, Kızılırmak’a bas çaldığı zaman… hepsi tamamlanmışken, bir anda havaya karışmıştı.

KAÇINILMAZ SON, İDRAK VE KABUL…
Ve aradan aylar geçti. Günün birinde, nasıl bir inatla, nasıl bir kuvvetle, hâlâ bilemiyorum, filmi yeniden yapmaya oturdum. En yakın arkadaşlarım dahil kimseye bir şey söylemedim. Aylar boyunca. Nihayet bir gün birkaç arkadaşımı toplayıp dedim ki: “Çalınan kısmı yeniden yaptım.” Hayatımın en garip günlerinden biriydi herhalde. Sevinemiyordum bile. Çünkü çalınan kısmı yeniden yaparsam her şeyin hallolacağını sanmıştım. Halbuki daha geride yapılması gereken çok şey vardı. Şimdi hangi kuvvetle devam edebilecektim? Bunun da cevabı yok. Devam ettim. Fakat bir gün yine çok meşum bir durumla karşı karşıya kaldım: Kazım’ın hastalığı aşamasına gelmiştim. Durmadan geri dönüp ilk bölümlerde düzeltmeler yapmakla uğraşmakta olduğumu ve bunu niye yaptığımı fark edene kadar bir zaman daha geçti. Kaçınılmaz sonu idrak ve kabul etmek de kaçınılmazdı haliyle. Film biterken, sevinmem gerekirken, karşımda gördüklerime kahrolmaya devam ettim. Şimdi, film karşınızda. Daha önemlisi, artık yapıldı, dünyadan ve hayattan yok edilemez. Kuşaklar sonra birileri Kazım’ın varlığından, nasıl bir insan olduğundan, başka türlü yaşamanın, “sisteme” ve hayata itirazın mümkün olduğundan haberdar edilebilecek. Ben de, insanlara söylemek -ve “bırakmak”- istediğimi bırakabilmiş olacağım. Elinizdeki, üç adet DVD’dir. Hassas yüzeyine anahtarla iki çentik atsanız kullanılmaz hale gelir.

KAZIM’IN ÇEKTİKLERİ…
Filmdeki en ilginç parçalardan biri, Kazım’ın kendi çektikleri. Kamerayı bu kadar özensiz, gelişigüzel kullanan pek az insan vardır. Elinde kamera, durmadan sağa sola, yukarı aşağı oynatarak, zoom halkasıyla mütemadiyen oynayarak, bir yandan konuşarak yaptığı çekimleri, olabildiğince rötuşlayıp düzelterek, kurgulayarak, bol bol kullandım. İlginç olacağını umduğum bir ayrıntı: Kazım’ın çekim yaptığı yerlerde ben de epey bir şeyler çektim ve yer yer bunları içiçe geçirdim.

HAYRANLIK DEĞİL ARKADAŞLIK…
Kazım için konserler, grubuyla birlikte marifetlerini sergileme fırsatları değil. O sahici bir ilişki arıyor. İnsanlarla yüzyüze gelmeyi, yüzlerine bakarak şarkı söylemeyi, tepkilerini almayı istiyor. Çoğu zaman, onlarla birlikte söylemeyi istiyor. Seyirci doğru söyleyemediğinde durup tekrarlarla parçayı yeniden rayına oturtmaya çalışıyor. Seyirciden yalnız eşlik değil katılım bekliyor. Bu arayışın müzikle ne kadar ilgisi olduğu bile tartışılabilir. Şahsen bu tavrını çok soylu buluyorum. Çünkü bu tavır hem büyük riziko barındırıyor hem de normal olarak bir sahne sanatçısının asla üstlenmeyeceği sorumluluklar bindiriyor. İnsanın on binlerce hayranı olması kolay değildir; ama o insanlarla bir tür grupdaşlık, hattâ arkadaşlık, ahbaplık ilişkisine girmeyi göze alabilmek için insanın dünyayla başka türlü, derin ve çok boyutlu bir ilişkisi olması gerekir. Sadece alınabilecek bir yerde vermeyi gerektirecek bir konumu bizzat oluşturmak için başka dertler gerekir. Kazım’ın “müzik yapmak” deyince daha çok anlamak istediği şeyin kılı kırk yararak birtakım albümler hazırlamak ve dağıtmak değil, bütün aksaklıklarıyla, rizikolarıyla konserler vermek, insanlarla, karşı karşıya da değil, yan yana gelmek olduğunu tekrarlayalım. Böylelikle her konser değişik bir yaşantı oluyor. Belgesele ilişkin daha ayrıntılı bilgi için:

http://www.kazimkoyuncufilmi.com

Teşekkürler Dünya!
“Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar’a, ateş hırsızlarına, Ernesto “Çe” Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.
Teşekkürler dünya.”
Kazım Koyuncu

Ümit Kıvanç’la “Şarkılarla Geçtim Aranızdan” adıyla çekmiş olduğu Kazım Koyuncu belgeseline ilişkin yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 8. sayısında (Mart – Nisan 2008) yer aldı. Önder Kızılkaya tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Teoman Gürzihin çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.