bread

Ömür Göksel: Her şey bir alkış dürtüsüyle başladı

Bir dönemin ses kralı ve romantik prensi Ömür Göksel, on yedi yıl yurtdışında kaldıktan sonra geri döndü ve arka arkaya çıkardığı albümlerle bir neslin gönül telini yeniden titretti. Aynı zamanda Kadıköy İlçesi Gençlik ve Spor, Eğitim ve Kültür Komisyonları Başkanlığı görevini yürüten Ömür Göksel ile spor ve müzik dünyasını kasıp kavurduğu günleri ve yeni albümlerini konuştuk.

Geriye gidelim, futbolla başlayalım. Siz Galatasaray Genç Takımı’nın yıldız oyuncularındandınız değil mi?
Evet 1955 -1957 arasında Galatasaray Genç Takımı’nda futbol oynuyordum. 1958-1962 arasında ise Galatasaray’ın basketbol takımında oynadım. O zamanlar televizyon yoktu. Zamanımızı romantik şarkılar söyleyerek veya spor yaparak geçiriyorduk. Kadıköy’de romantik bir dünyamız vardı. Paramız olmadığı için sevgililerimize şarkılar, şiirler hediye ediyorduk. Bana da arkadaş ortamlarında ‘Sesin ne güzel, şarkı söyler misin?’ diyorlardı. Sahada da ‘artiste bak!’ diye küçümsüyorlardı. Gene de müziğimizle, sporumuzla mutluyduk.

Futbol ile müzik arasındaki bağlantı nedir? Julio Iglesias da futbolculuktan romantik müziğe geçiş yapmıştı…
Aslında her şey bir alkış dürtüsüyle başlıyor. Alkışlanmak istiyorsunuz. Mesela 10 – 12 yaşındaysanız, mahalledeki bir kızın sizden hoşlanması için öne çıkmanız lazım. Ya şiir okuyacaksınız, ya iyi top oynayacaksınız, ya şarkı söyleyeceksiniz ki dikkat çekesiniz. Bir şekilde birilerinin kalbini kazanmak lazım.

O dönemde Moda’da kimler vardı?
Barış Manço, Erkin Koray da o dönemde Moda’dan çıkan müzisyenlerdendi. Aynı yaşlardaydık, dostluğumuz vardı. Herkes birbirine yardımcı olurdu. Güzel yıllardı.

Spordan müziğe geçiş nasıl oldu?
Bir arkadaşımın muzipliğiyle oldu. Ben antremandan ya da maçtan sonra duş yaparken şarkı söylüyordum. Gidip adımı ‘Ses Yarışması’na yazdırmışlar. 1961’de ‘Türkiye Ses Kralı’ oldum. Geçirdiğim bir sakatlık yüzünden sporu bıraktım. 1965’lere geldiğimizde artık, dört dilde şarkı söyleyebilen, yaklaşık 1000 şarkılık bir repertuara sahip, profesyonel bir şarkıcıydım.

İlk dönemlerinizde feyz aldığınız kimler vardı?
İnsan bir şeyleri dinleyerek öğreniyor. Önce birini taklit etmesi lazım, sonra kendi yönünü buluyor. Bu bir sporcu için de böyle, bir müzisyen için de. Benim ilk göz ağrım Dean Martin’di. Dean Martin esprili bir adamdı, çok güzel şarkı söylerdi ve iyi bir oyuncuydu. Ayrıca Charlie Chaplin’in etkisinde kaldım. Oynadığı Şlmlerde hüzünle mizah arasına sıkışmış bir kimliği vardı. Ben de böyle bir insanım. Şarkılarımda hüzün, hayatımda mizah var. Sonra Frank Sinatra’yı bir üniversite olarak gördüm. Çok vurgulu şarkı söyleyişi, kelimelerin değerini verişi ve her sözcükte kendisi hislenmeyip karşısındakini hislendirişi çok mühimdi benim için.

Ne tür şarkılar söylüyordunuz?
Genelde yabancı sözlü şarkılar yani Hafif Batı Müziği söylüyorduk. 60’lı yıllarda Fehmi Ege ve Necdet Koyutürk ağabeylerimizin yazdığı Türkçe tangolar dışında hiç Türkçe şarkı yoktu. Biz de başlangıçta Türkçe sözlü şarkı söylemek istemedik. Orijinalini yapalım diyorduk. Türkiye’de müziklerin babası Halk Müziği, annesi de Türk Sanat Müziğiydi. Bizim söylediklerimiz üvey evlattı. Sesimizi kolay kolay duyuramıyorduk. Bu yüzden 90 günlük turneler yapardık. Turnelerde halkın müthiş bir hücumuna uğrardık. Türkçesözlü müziği çok sevdiler. Fakat o dönemde karşımıza TRT diye bir kurum çıktı. TRT bizim nesli yok etti diyebilirim. ‘Sevemem Seni’ (1972) benim en sevilen parçamdı. Hatta ‘I love you Hagi’ versiyonu sonradan stadyumlarda söylendi. Bu şarkıyı bile içinde tambur var diye çaldırmamışlardı. Tamburu da Sadun Aksüt ağabeyimiz çalmıştı üstelik. Devamlı önümüze bir set çekiliyordu.

O dönemler kulüp dönemleri değil mi?
Evet. Moda Deniz Kulübü’nde, Hilton’da, Yeşilköy’de İtalyan orkestraları çalardı. Nasıl Atamız Yunanlılar’ı denize döktü, biz de o İtalyan orkestraları denize döktük tabiri caizse ve onların çaldığı kulüplerde çalmaya başladık. Bu da bir ihtilaldi. O zamanlar bir milyon bile değildi İstanbul’un nüfusu ama yedi gece, üç dört yerde şarkı söylerdik. Her yer dolardı. Şimdi 15 milyonluk İstanbul’da kulüpler yok oldu, eğlence kültürü değişti. Herkes evinde dizi ve maç seyrediyor. Canlı müzik dinleme kültürü yok artık.

45’liklerinizin çıkış süreci nasıl oldu?
Aykut Sporel ile 1969’da ilk plağım ‘Mutluluk’u çıkardım. Ben İstanbul Radyosu’nda görevliydim. Aykut Sporel ve Solmaz Sporel o zamanlar evliydi ve ikisinin ‘Ezgi Plak’ adlı bir şirketleri vardı. Çok güzel bir Mireille Mathieu şarkısının üzerine söz yazıp söyledim. Bu plakla ‘Altın Plak’ kazandım. Sonra 1972’de ‘Sevemem Artık’ yeniden bir numaraya taşıdı beni. 1970’lerde ‘Yanıyorum’, ‘Ağlıyormuşsun’, ‘Senden bana yar olanda’, ‘Yaşadım mı öldüm mü anlayamadım?’, ‘Umurumda mı Dünya?’, ‘İçki sigara’, ‘Eğer bir gün bırakırsan’, ‘Yaş kalmadı gözlerimde’, ‘Kızım’ isimli şarkılarım hep bir numara oldu. 1972-1974 arasında yılın sanatçısı olmuştum. Ama o dönemde kasetlere korsan kayıt yapılmaya başlandı. Plaklar satmamaya başladı. 1978 senesinde Dünya Hilton otellerinden şarkı söylemek üzere bir teklif aldım. Böylece Amerika’ya gittik. Bir sene sonra İtalya’ya geçtim ve Milano’da şarkı söyledim. Ardından da 17 yıl Düsseldorf’ta kaldım ve caz kulüplerinde çalıştım.

Yurtdışına gitmenizde korsan kasetlerden başka ne etkili oldu?
Bir devir Edirne’den Kars’a kadar herkesin sevgilisi olmuş bir şarkıcıydım. Ama arabesk müziğin dev adımlarla ilerlemesi de müzik piyasasını değiştirdi. Arabesk, kaderci bir müzik. Oysa Ömür Göksel ufuklarda hep umut ışığı görmek isteyen bir insan. Bu kadar kaderci müziğe ben teslim olamazdım. Benim gibi çok arkadaşım da müzikten kopmak istedi. Mesela bir devirde harika bir şarkıcı vardı: Ertan Anapa. Müziği bıraktı. Tanju Okan ‘ben artık şarkı söylemem’ dedi. Ayten Alpman İsveç’e yerleşti. O devirde Türkiye’de müzik yapmak iyice zorlaşmıştı. Yurtdışına gidip bütün dünyanın dinleyebileceği dillerde şarkı söyleyip takdir görünce insan, ‘ben burada kalayım bari’ diyor.

Repertuvarınız nasıldı bu kulüplerde?
Repertuvarım, dünyada en çok sevilen şarkılardan oluşuyordu, Örneğin ‘Casablanca’ filminin ‘As Time Goes By’, ‘Strangers in the Night’, insanların bana eşlik edebilecekleri şarkılardı. İtalya’da zaman zaman İtalyanca söylediğim parçalar oluyordu. Almanya’da Amerikan müziği seviliyor o yüzden daha caz ağırlıklıydı repertuvarım. Mesela ‘New York New York’u nerede söyleseniz size eşlik ederler.

Dönmeye nasıl karar verdiniz?
Kızım ve oğlum Almanya’da liseyi, Amerika’da üniversiteyi bitirdikten sonra Türkiye’ye döndüler. Oğlum Galatasaray’da futbol oynamak üzere bir teklif aldı. Böyle olunca ben de 1996 senesinde dönmeye karar verdim.

Ne gibi beklentilerle döndünüz?
Giderken sadece TRT vardı. Döndüğümde ise birçok özel televizyon kanalı açılmıştı. Herhalde benden bir şeyler yapmamı isterler diye düşündüm ama istemediler. Çünkü aradan geçen 17 yılda unutulmuştum. Hatta beni karşılayan Cenk Koray’a dedim ki ‘Giderken bana aşık bir sürü genç kız geçirmeye gelmişti. Şimdi karşılamaya bir tek sen geldin’. Cenk Koray da ‘Onların hepsi anne oldu. Hatta iyi ki döndün yoksa anneanne olacaklardı’ diye cevap verdi. Sonra bir boşluğa düştüğümü fark ettim. Eskiden yolda görenler ‘Aa Ömür Göksel’ derlerdi. Şimdi ‘Ya kimdi bu?’demeye başladılar. Bir sanatçının hayatında bunlar olabilir. Her şeyi kabullenmek lazım. Şöhret böyle bir şeydir. Şöhreti iyi taşımak lazım. Gönül adamı ve halk adamıysanız zaten dinleyicilerinizle bütünleşiyorsunuz. 2000 yılının başında STV Televizyonunda, ‘Bir Ömür’ adlı programı yapmaya başladım. 2003 yaz sezonunu Ekim sonuna kadar Antalya’da Topkapı ve Kremlin otellerinde şarkı söyleyerek geçirdim.

Yeni albümlerinizin yayımlanma serüveni nasıl oldu?
2000 yılında rahmetli Selçuk Başar ile yaptığımız ‘Bir Ömür’ albümü yayımlandı. 2004’de Kerem Görsev’in televizyonda yayı nlanan bir caz programına konuk oldum. Yanımda söyleyeceğimiz parçalardan oluşan bir CD kayıt edip götürmüştüm. Kerem Görsev demoyu çok beğendi ve beni DMC’e götürerek ‘A Touch Of Quality’ albümünün çıkmasına vesile oldu. Bu albüm 72.000 adet sattı. Beni tanımayan genç nesil bana sahip çıktı. 6 ay sonra ‘A Touch Of Love’ albümünü yaptık. Arkasından Sevgililer Günü için romantik şarkılardan oluşan dörtlü ‘Music For Lovers’ albümü çıktı. Sonra Latin şarkıları toparlayıp ‘A Touch of Latin’ çıkardım. Son olarak da en güzel Türkçe şarkıları seslendirdiğim ‘Ömürlük Şarkılar’ albümü yayınlandı. Bu albümde de herkes mazisini bulabiliyor. Şarkılar insan hayatının büyük aksesuvarlarıdır. Bu albümlerin ilgi görmesi beni çok mutlu etti.

Sezen Aksu’nun bir bestesini de seslendirmiştiniz. Bu tanışıklık nasıl oldu?
Hatta Sezen Aksu’nun ilk beste verdiği kişi benim. O zamanlar çok ünlü değildi. Ben de hangi şarkıyı söylesem bir numarayı parselliyordum o zamanlar. Şanar Yurdatapan bana Sezen Aksu’nun ‘Gittin Gideli’ şarkısını getirmişti. Ben de severek seslendirdim. Şimdi ‘Ömürlük Şarkılar’da Sezen Aksu’nun ‘Kaybolan Yıllar’ını söyledim. Bir tür rövanş oldu. ‘Ömürlük Şarkılar’da 21. yüzyıldan ise sadece Kenan Doğulu’nun bir şarkısı var. Bu benim için çok anlamlıydı çünkü Kenan’ın babası Yurdaer Doğulu ile yıllarca birlikte çalıştık. Çok iyi bir gitaristti. Kenan’ı ilk kucağıma verdiğinde, Kenan çanta kadardı (gülüyor).

Dönerken beni karşılayan Cenk Koray’a dedim ki ‘Giderken bana aşık bir sürü genç kız geçirmeye gelmişti. Şimdi karşılamaya bir tek sen geldin’. Cenk Koray da ‘Onların hepsi anne oldu. Hatta iyi ki döndün yoksa anneanne olacaklardı’ diye cevap verdi.

Mahsun Kırmızıgül’le yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 8. sayısında (Mart – Nisan 2008) yer aldı. Esra Okutan tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Teoman Gürzihin çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.