ara
face
Son Yazılar
Yazının DevamıSezar ve Napolyon, turşunun askerleri için cesaret kaynağı olduğunu söylemişler....
Yazının DevamıYapımının hayli zor olması nedeniyle tadı ve kıvamı taklit edilemeyen...
Yazının DevamıBüyükannelerimizi işlerken gördüğümüz ve bir dönem demode bulunarak çeyiz sandıklarında...
Yazının Devamıİlkbaharın habercisi leylekler, özellikle Türkiye’de en sevilen hayvanlardan biri. Öyle...
Yazının DevamıSoğuk kış aylarının sıcacık yemişi… “Kestane kebap yemesi sevap…” Sobanın...
Bulutsuzluk Özlemi: Çeyrek yüzyıla yaklaşırken
Yeni bir konser DVD’niz çıkmak üzere, isterseniz sondan başlayalım…
Nejat Yavaşoğulları: Evet, senfoni orkestrası ile yaptığımız konserin DVD albümü çıkıyor. Daha önce aynı konserin müzik CD’sini çıkartmıştık. Elimizde görüntüler vardı. Biz de elimizdeki malzemeyi ya tarihin akışına bırakıp yok olmasına göz yumacaktık ya yapılan bir çalışmanın belgesi olarak saklayacaktık. İkincisini seçtik. Kıyıda köşede kalmış kliplerimizi de bu DVD’de bir araya getirdik. Diğer yandan yeni albüm çalışmamız da büyük ölçüde tamam. Ama içimize sinmeyen bazı noktalar var. Bu yaz onları halledip yaz sonunda o albümü de çıkarmayı planlıyoruz.
Geçen sene 20. yılınızı kutladınız. 20 yıldan sonra yeni çıkacak albüm nasıl bir albüm oldu?
Sina Koloğlu: Daha bireysel bir albüm oldu. Biz şimdiye kadar daha toplumsal konulara yönelik albümler çıkardık. Yeni albüm ise daha çok bireyin gündelik hayatına odaklı. Ama bu dünyaya bakış açımızın değiştiği anlamına gelmiyor.
Bireysel olan da bir yandan politiktir.
NY: Gerçekten kalbe, ruha, beyne hitap eden işler yapılmışsa onlar kalıcı olacaktır zaten. Geri kalanları ise tarih eleyecektir. O yüzden de bu konuda içinden ne geliyorsa onu yapmalı insan diye düşünüyorum. Gruptaki arkadaşlar da böyle düşünüyor.
Böyle bir ruh haline mi girildi?
NY: Esasında ne yapmalı, nasıl yapmalı sorusu her zaman önümüzde duruyor. İşe başlarken, sıfır kilometrede bir müzisyen, daha önce yapmış olduğu şarkıları çıkartacaktır. Bu bir risktir. Ya tutar, ya tutmaz. Belli bir noktaya gelip kendini kabul ettirdikten sonra ise durum bazı açılardan karışık hale geliyor. Seni artık takip eden bir kitle oluyor. O kitlenin beklentisini anlamaya çalışıp ona göre bir şey yapmaya meyledebilir insan. Bu bazen bir tuzaktır. Bu sefer diyebilirler ki ‘Yeni bir şey yapmadı bunlar’. Günümüzde yeni müzik akımları çıkıyor. Mesela gitar soloları eskiden uzun uzun atılırdı. Şimdi rock gruplarında bile gitar solosu atmadan şarkı başlıyor ve bitiyor. E biz de mi öyle yapalım? Bunlar hep “nasıl yapmalı, ne yapmalı?” soruları ve bunlara cevap aradık…
SK: Ve neysek onu yaptık. Diğer türlü yapmacık olacaktı. Rolling Stones da kaç senedir aynı şeyi yapıyor. Marka olan grupların tarzı belli. Tabii ki daha iyi teknoloji kullanılıyor. Ama Metallica da gidip bambaşka enstrümanlar kullanmıyor.
NY: Ama ne yapıyor; farklı tarzlar deniyor gruplar. Örneğin unplugged yapıyorlar, senfoni orkestralarıyla çalıyorlar. Böyle arayışlar oluyor.
Sizin dinleyicilerinizin böyle bir tutuculuğu var mı? İkinci albümde (Uçtu Uçtu 1990) akustikten elektro gitara geçtiğinizde böyle eleştiriler almıştınız.
Nejat Yavaşoğulları: Tabii. Mesela ikinci albüm çıktığında “Hey” dergisinde yayımlanan bir okur mektubunda şöyle deniyordu:‘ Bir Bulutsuzluk Özlemi’miz vardı, ruhuna el Fatiha. Onlar da Mazhar Fuat Özkan gibi olmuşlar’. Akın’ın (Eldes) gruba katılmasıyla elektronik çalmanın avantajlarını anlamıştık. Zaten ilk albüm (Bulutsuzluk Özlemi, 1986) aslında çok amatördü.
Bu ilk albümün hikayesine dönersek…
NY: Sina piyano, ben akustik gitar çalıyordum. Bazen bir perküsyon katılıyordu. Bu şekilde Taksim Sanat Evi’nde çalarken herkes bizden albüm beklemeye başladı. Özelliğimiz kendi şarkılarımızı yapmamızdı. Biz de alelacele bir albüm yaptık. Sonra ikinci albüm ‘Uçtu Uçtu’ çıktı. Ben “akustik gitarla bu iş olmayacak, bu dertle uğraşılmaz” diyerek elektro gitara geçmiştim, Sina kendine bir BX7 klavye almıştı, amŞler almıştık, daha sertleşerek yolumuza devam ettik. Yaptığın her sound’un bir seveni oluyor ve bir sonra gelen sounda karşı çıkıyor. Ama sonradan önemli olarak addedilen albümlerden biri oldu “Uçtu Uçtu”.
Şimdi de çözümü “kendi içimizde bulduk” diyorsunuz.
NY: Bizim albümlerimizin hiçbiri, bir öncekinin benzeri veya onun devamı olmadı. Hatta bana çok kişi ‘Uçtu Uçtu gibi bir şarkı yapsana’ demiştir ama ona benzesin diye yapmacık bir şarkı yazma düşüncesinde olmadım hiçbir zaman. ilk albüm çıktı, akustik bir sound vardı. Sonra “Uçtu Uçtu” ardından “Güneşimden Kaç” çıktı, sonra bize dediler ki ‘Siz konserlerde daha iyisiniz, bu albümlerde öyle gözükmüyor. Konser kaydınız yok mu?’ Öyle bir baskı oluşmaya başladı. Biz de madem konser albümü çıkacak, bir de değişiklik yapalım bunu unplugged yapalım dedik. Sonra Anadolu turnesinde siyah tişörtlü gençler gelip ‘abi, daha sert çalsanıza’ dedi. Bu sefer “Yol” (1998) albümü çıktı. Albümlerimiz hep politik mesajlar da içerdi. Biz hiç farkında olmadan müziğimizi yapıyoruz ama sonuçta Bulutsuzluk Özlemi dünya konjonktüründen baktığımızda bence doğru bir çizgi izledi. Hiçbir şeyi mantıksız bir noktaya getirmeden o muhalefet çizgisini sürdürdü. Bireyin bu hayatta kendine çıkış noktaları aramasına eşlik etti.
Muhalif çizginiz devam ederken müzikal arayışınız devam etti…
NY: Arayış muhakkak oluyor. “Numara” (2001) albümünde tambur kullanmayı düşündük. Biz de vurmalı çalgılarımızla böyle karanlık bir sound, mistik bir sound oluşturulabilir mi diye düşünüyorduk. “Numara” albümü Universal şirketinden çıktı. Bir ay sonra biz hangi şarkıya klip çekeceğiz diye planlar yaparken, meğer şirketin içi gitmiş! Tabii bizi sekteye uğrattı bu durum ama konserler devam etti.
SK: Bir de 2000, 2001 yılları enteresan bir dönemdi. Tam geçiş dönemiydi….
NY: Tam o sırada bizden sonraki, bizden esinlenen jenerasyon kıpırdanmaya başlamıştı. Çünkü artık “rock müzik Türkçe olur mu?” sorusunu bırakmışlardı.
SK: Biz hatta aramızda konuştuk, ben ‘Bittik artık, herhalde bizim zamanımız geçti’ diyordum ama bu da moda gibi. Aradan zaman geçiyor eskiler geri dönüyor. Moda da her zaman kendini tekrar eden bir şeydir. 2004-2005’ten sonra yine her şey değişti. İnternet nedeniyle artık CD yapmak, bundan para kazanmak, bunu satmak zor. Artık sahnede performansı iyi olan öne çıkıyor. Sahne de bizim güçlü yanımız.
NY: 2000 yılında biz grup içinde de bir sarsıntı geçirdik. Çünkü Akın ayrıldı. Grubu takip edenler onu da seviyordu. Böyle bir değişiklik gerçekleşti. Ne kadar etkisi oldu bilmiyorum. Sonra gruba yine çok iyi bir gitarist geldi. İşte tam da o zaman, 90’ların ortalarından beri bizi izleyen bir sonraki jenerasyon, “Duman”, “Mor ve Ötesi” falan öne çıkmaya başladı. Artık Türkçe rock olur mu olmaz mı tartışması bitmişti. Ortaokulda bir çocuk eline gitar aldığı zaman “ben de yapacağım” diyor, çünkü önünde örnek var. Genç kızlar için Aylin Aslım, Şebnem Ferah var. Mesela 90’lı yıllarda (Şebnem Ferah) ve Özlem’in (Tekin) Volvox diye grupları vardı. Biz onları çok beğeniyorduk. Kemancı’da cover söylerlerdi. “Şebnem siz niye beste yapıp söylemiyorsunuz” diye sorardım.
Siz Türkçe rock yapmaktan nasıl hiç çekinmediniz?
NY: Türkiye her zaman bütün müzik akımlarını takip etti. Annem “Lüküs Hayat Opereti’nden şarkı söylerdi. Bir balıkçının kızıydı üstelik… Ama Türkiye’de operet dönemi yaşandı, Türkçe tangolar dönemi yaşandı, 50’lerde Elvis Presley zamanında Erol Büyükburç’lar, Gökçen Kaynatan’lar çıkmış. Sonra Erkin Koray’lar, Cem Karaca’lar, Anadolu rock yapmışlar. Yani doluydu arkamız. Herhalde yeni jenerasyon bizleri onlar kadar bilmiyordu ama gazeteciler de soruyordu ‘Türkçe rock olur mu?’ diye… Arada şu fark vardı, bizden öncekiler yalnız kırsal temalar işliyorlardı; Kuyu Başı, Dağlar Dağlar, Namus Belası, şarkılarında olduğu gibi.
Evet, Sol daha çok halk müziğinden besleniyordu.
NY: Evet, onların da değeri muhakkak ki çok yüksek. Cem Karaca’nın şöyle bir sohbette bir lafını biliyorum “Mahzuni’yi, ben tüm Türkiye’ye mal etmedim mi?”. Bunlar güzel şeyler. Fikret Kızılok, Aşık Veysel’in çadırına gidiyordu. 68 ruhu hakimdi. İşte bizim onlardan haberimiz olduğu için belki daha cesaretle ‘PTT’nin Önünde Taksim’de’, ‘Kütürdet Beni Rutubet’ gibi şarkılar yaptık.
SK: Mesela şimdi Eurovision’da Mor ve Ötesi’nin ısrarla Türkçe şarkı söylemesi ve beğeniliyor olması çok büyük bir başarı dır. ‘Biz Türk rock grubuyuz’ dediler ve Türkçe söylediler.
NY: Mor ve Ötesi’ni eleştirenler oldu ‘Eurovision’a gidilir mi?’ diye. Ama onlar ‘Biz çizgimizi bozmadık’ düşüncesindeler. Kendi müziğimizi yaptık, yedinci olduk’ deyip indiler aşağıya.
Sizin de bir Eurovision deneyiminiz var, değil mi? Bulutsuzluk Özlemi’nden daha önce…
NY: Tabii. Nino Varon benim şarkılarımı bir arkadaşım vasıtasıyla duymuştu prodüktördü o zaman Unkapanı’nda. Çağırdı beni. “Sözlerimi Geri Alamam’, Güney’e Giderken”leri falan söyledim. “Bu şarkılar olmaz” dedi. Sonra bir gün bana telefon etti, “Bak bir yarışma var, girin buna” dedi. Böyle başladı o iş. Ben belki o yüzden eleştirmedim “Mor ve Ötesi”ni, niye Eurovision’a giriyorlar diye. ‘Bırakın, çocukların yaşayacakları şeyler var, yaşasınlar’ dedim. Yurtdışında bir hafta kalınıyor, jüriler, o salonlar, o atmosfer, o heyecan… Yani bir müzisyenin hayatında kaç defa geçer ki eline? Tabii bunların iki ucu sivri değnek. Bir yandan böyle düşünürken, bir yandan da belki bazı kayıplar oluyordur. Çünkü Eurovision yarışması da bundan 20-25 sene önceki gibi bir yarışma değil artık.
Peki, rock’ın hâlâ muhalif bir müzik olduğunu düşünüyor musunuz? Mesela hip-hop rock’ın yerini almış olabilir mi?
NY: Olabilir bence. Rock’un ilk çıktığı günlerdeki o muhalif enerji, bir gelenek olarak devam ediyor. Bunun bittiğini söyleyemeyiz ama tabii sonradan eklenen yeni müzik türleri, daha aşağıdan gelen, varoşlardan gelen müzik türleri bence en azından rock müzikle muhalefet işini paylaşıyor. Bunu kabul etmek lazım. Rock çok evrenselleşti. O zaman her çeşit insan bu müziği form olarak kullanıp yapıyor.
Türkiye’deki rock’a geri dönersek, mesela Pinhani gibi gruplar, daha melankolik, daha yumuşak bir sound ile yine de kendi içlerinde muhalif bir duruş sergiliyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz, bu yeni gruplar hakkında?
NY: Mütevazi bir havası var Pinhani’nin. Kitlenin neyi sempatik bulacağı, sıcak bulacağı hiçbir zaman belli olmuyor. Yüzlerce albüm yapılıyor da, onların içinden bir tane “Pinhani” çıkıyor.
SK: İşte bu “Kavak Yelleri” dizinde yer alan parçaları mesela. Oradaki parçalar o kadar yerleşti ki… Bugünkü gençlere çok uydu. Şimdi gençlerin etkilendiği sesler var. Mesela Rock & Dark’ın jürisiydim ben. Orada her şehirden gruplar vardı. Erkek solistler ya Mor ve Ötesi’nden Harun’u ya Duman’nın solisti Kaan’ı taklit ediyorlar. Kızlar da Şebnem Ferah’ı.
NY: Pinhani’nin müziğinde de karşı duruş, isyan duygusu var. Yani hiçbir şey eskisi gibi olmaz tabii ki. Şu anda 80’li yıllarda doğanlar, 70’lerin sonlarında doğanlar müzik piyasasının içerisinde. Özal dönemi çocukları. Kendileri de kabul ediyorlar; biz dünyaya başka açılardan bakıyoruz diyorlar ve bunlar, onların açısından yansıyor tabii ki tüm müziklere… Hiçbir zaman için böyle keskin bir söylem falan zaten ayakta kalamıyor. Rock’ın o klasik dönemlerinde “farklı bir dünya mümkün” sloganları atılıyordu.
NY: Sen ne diyorsun Sunay?
Sunay Özgür: Hip hopçular daha radikal.
NY: Rock müzik de daha ticari bir yaklaşımı sergiler hale geldi.
SK: Amerika müzikte de belirleyici… Mesela Irak Savaşı’na karşı muhalif bir hareket olup o müziğe yansıdığında plak şirketi de diyor ki ‘Tamam ben bu müziği satayım.’
NY: Bunun da piyasası var.Eskiden rock’ın klasik dönemlerinde ‘bu bizim müziğimiz’ durumu vardı. Müzik insanları farklılaştırıyordu. Şimdiyse rock müzik globalleşti. Belki dünyada satılan pop albümü kadar rock albümü de satılıyor. Dolayısıyla bu kadar geniş tabana yayılan bir müzikte de her çeşit şarkı sözü ve tavır oluyor. Daha alt tabakadan gelen, kimseyi iplemeyen müzikleri, işte zenciler çıkartıyor.
Demin arabeskten bahsettiğinizde, Müslüm Gürses şarkınızı seslendirecekti, onun hangisi olduğu belli oldu mu?
NY: Nereden biliyorsunuz böyle bir şeyi? Bu sadece aramızda konuşmuştuk. Sunay diyordu ki “Karanlık Soğuk’ şarkısına çok iyi gider. Ama sonradan olmadı.
Siz nereden duydunuz bunu?
Biz hep kendi aramızda konuştuk bunu.
Dinletiyordum sizi… (Gülüşmeler) Bir televizyon programında söylenmiş. İnternette okudum…
Sunay Özgür: O zaman sen söyledin.
NY: Söylemedim abi.
Sunay Özgür: Kim söyleyecek?
NY: Yoksa söyledim de haberim mi yok?
Tekrar size dönersek, siz bu halk müziği öğesini hiç kullanmadınız. Türkçe müzik yaparak yabancı öğelerden de biraz uzak durdunuz. Aslında sizin çizginiz için kentli müzik diyebilir miyiz?
NY: Diyebiliriz. Zaten bir öncekilere göre farklılığımız bence buydu.. Bizden önceki örnekler
kırsal temalı örneklerdi.
Peki bunu bilinçli olarak mı yaptınız?
NY: Aslında bilinçli olarak yaptık diyebilirim. Mesela bana tiyo veren de Bülent Ortaçgil oldu. Yani o da “Şık Latife”, “Benimle Oynar mısın?” gibi şarkılarla o yıllarda bir yol açtı. O tür besteler yapan başkaları da vardı, ama çıkamadılar. Mesela ‘Uçtu Uçtu’ da ‘Türkiye’de Rock Vardır’ sloganı yer alır. Bizim gibi başka gruplar da vardı, mesela ‘Objektif’. Zaten hiçbir zaman sadece biz varız diye bir iddiamız olmadı. Biz evrensel müzik yapmaya çalıştık. Bizim Türkiyeli olduğumuz bir şekilde anlaşılır dedik. Mesela ben bir makale okumuştum. Diyordu ki ‘Beyinleri özgür bırakacaksın, o zaten kendi tasarımını yapar’… Mesela Japonlar araba yapıyor, farları çekik göz gibi oluyor. Ne yapsa Japon olmaktan kurtulamıyor. Mesela ‘Güneye Giderken’ şarkısında çok dozunda bir yerel motif vardır. Ama içerik olarak da şehirden oraya
tatile gidip oradaki insanların garip baktığı adamdır.
Mimarlık deyince aklıma geldi. Biriniz gazeteci, biriniz mimar biriniz prodüktör… Hiçbir şeyden ödün vermeden böyle devam edebilmeyi, müzikle hayatınızı idame ettirmemenize biraz bağlayabilir miyiz?
NY: Herhalde onun bir etkisi olmuştur.
SÖ: Ağlamaya başlayacağım.
NY: Benim enerjimin büyük bir kısmını mimarlık alıyor. Bulaştım, çıkamıyorum. Çıkmaya cesaret edemiyorum yani.
SK: Fikret Kızılok için “İşte o dişçilik yapmasa, bunları yapamaz” demişlerdi.
NY: Timur Selçuk söylemişti “part time müzisyenlik olmaz” diye. Part time müzisyenlik olmaz da böyle bütün gün oturup beste mi yapıyor insanlar? O da dersane açtı. Yabancı kalmak belki birazcık daha iyi, değil mi?
SÖ: Hayatın 24 saati nota peşinde geçemez.
NY: Benim de her zaman aklımda kalan bir şeydir, yani biz diyelim ki Göcek’te bir ev bulsak.Herkes işi gücü bıraksa. Davulumuz, gitarımız, stüdyomuz, her şeyimiz olsa. Üç ay kalsak. Aklımıza geleni hemen şarkıya dönüştürsek nasıl olur? Yani böyle bir şey aslında enteresan olabilir.
İnternette parçalarınızın indirilmesine karşı tavrınız nedir?
NY: Valla ben geçen gün televizyonda “indirin yahu” falan gibi şakayla karışık laflar ettim. Yani bu esasında önüne geçilemeyecek bir şey herhalde ve sonuçta müziği paylaşıyorlar. Bir format değişikliği içerisindeyiz. Biz “ol derya kuzuları, derya içinde yüzerler, deryayı bilmezler” hesabı, biz bu değişimin içerisinde ne olduğumuzun farkında değiliz. Teknoloji ilerliyor, adam buradan Amerika’ya şarkıyı gönderiyor, o da indiriyor, cep telefonundan dinliyor. Millet parayı nereden kazanacak? Bir yerden kazanacak. Bulacaklar bunu… Ben televizyonda Ahmet Altan’ları falan hatırlıyorum, böyle ekrana baka baka “siz hırsızsınız, hırsızsınız” diyor. Kime diyor? Onun kitabını okumuş adama diyor. Ben bu lafı edemem şahsen. Bizim müziğimizi dinleyen birisine tutup “vay hırsız adam” diyemem. Dinliyor, paylaşıyor, sana değer veriyor. Zaten Türkiye’de milletin cebinde hiçbir zaman parası olmadı doğru düzgün. Radiohead akıllandı, ‘istiyorsanız indirin’ dedi. ‘Gönlünüzden ne kopuyor, verirseniz verin, vermezseniz vermeyin’ dedi.
Bulutsuzluk Özlemi’yle yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 9. sayısında (Mayıs – Haziran 2008) yer aldı. Esra Okutan tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Teoman Gürzihin çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır ve Orçun Peköz tarafından yapıldı.