bread

Ölçüye gelmeyen çığlık: Muharrem Ertaş

“Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk. Varlığı görmedik ki yoksulluktan şikayet edelim.”

Orta Anadolu Abdal müzik geleneğinin bizlere ulaşan en eski ve en önemli temsilcisidir Muharrem Ertaş. Daha çocukken düşmüş yollara, rızkının peşinde köy köy dolaşmış; kah sünnetçilerle “düğün çalmış”, kah köy odalarındaki muhabbetleri şenlendirmiş. Oyun havaları ve halay türkülerinin yanı sıra Aşık Garip’in, Pir Sultan Abdal’ın, Aşık Sait’in, Kerem’in ve Karacoğlan’ın şiirlerine ses vermiş. Ama onu herkes “bozlak ustası” diye bellemiş. Geniş ses aralığı ve özgün ses renginin yanı sıra, gırtlak nağmeleri, çarpma, titretme ve trilleri, kendine has ses kullanma teknikleri ve en önemlisi dinleyeni gönlünün derinliklerine götüren serbest ve o ana özgü yorumuyla: Öyle ya, bozlak ölçüye tartıya gelmeyen bir çığlıktır.

Muharrem Ertaş’ın müziği, neredeyse son yıllarına dek yürüme mesafesindeki köylere ulaşmış sadece. Muharrem Ertaş’ın bölge dışına çıkmayı aklına düşürmemesi doğal. O ustalarından öğrendiğini, bildiği tek iş olan müzisyenliği, bildiği tek yoldan gidip düğün-dernek dolaşarak sürdürmüş.

OĞLU NEŞAT ERTAŞ TANITTI
Kendisinin devraldığı geleneği yeterince tanımıyoruz. Peki ya Muharrem Ertaş’ı yeterince tanıyor muyuz? Bu soruya pozitif yanıt vermek son derece güç. Hakkında çok az çalışmaya rastlayabildik: Bayram Bilge Tokel ve Melih Duygulu’nun yazıları, Neşet Ertaş söyleşilerinde (özellikle Haşim Akman’ın yayına hazırladığı “Gönül Dağında Bir Garip “Neşet Ertaş Kitabı”” isimli söyleşi kitabında) üstadın babasına değindiği pasajlar; neredeyse hepsi bu. 70’li yıllardaki 45’likler ve az sayıda radyo televizyon programını kaçıran kuşakların, ustayla tanışabilmek için tek ve önemli şansı, Kalan Müzik tarafından yayınlanan iki albüm: Kalktı Göç Eyledi(1998), Başımda Altın Tacım(2000). Muharrem Ertaş’ın genç sesini yanında, yöresindekiler hariç duyan olmamış.Türkiye onunla tanışmakta çok geç kalmış, büyük bir hazineyi sadece “bi gıdım” tadabilmiş. Sesi ancak 1970’li yıllarda, o dönem iyice ünlenmiş olan oğlu aracılığıyla, “Neşet Ertaş’ın babası Muharrem Ertaş” olarak Kırşehir’in dışına çıkabilmiş. Bir söyleşisinde Neşet Ertaş bu süreci şöyle anlatıyor: “…Babamın adına kayıtlı türküler de, zaten onun son zamanlarına denk geldi….Hem orada Muzaffer Sarısözen’e hem de ondan sonrakilere dedim ben “Benim babam saz çalar, türkü söyler” diye. Hatta babamı da, 50’li yılların birinde ben radyoya getirdim. O zaman öylesine dinlediler ve babamdan kayıt falan almadılar. Daha sonradan babamın son senelerine doğru, babamı anlayanlar çıktı… Nida Tüfekçi babamı tanıdı ve onunla ilgilendi…” Oysaki o, yöresinin en aranan, en gözde sanatçılarından. Düğünler onunla olunca bir başka şenlenmiş, muhabbetler bir başka renklenmiş. Öğrencileri, yanında yetişenler, ondan etkilenerek bağlamaya sarılanlar ondan önce duyurmuşlar adlarını. Neşet Ertaş, yakın akrabası Hacı Taşan ve Çekiç Ali onun yolunda yürümüşler, ondan önce çıkmışlar karşımıza. Bir sonraki kuşağın Kırşehir’in dışına taşması girişimci özelliklerinden mi, teknolojinin (radyonun) gelişmesinden mi kaynaklanmış tam olarak bilinmez ama; Muharrem Ertaş’ın müziği, neredeyse son yıllarına dek yürüme mesafesindeki köylere ulaşmış sadece. Muharrem Ertaş’ın bölge dışına çıkmayı aklına düşürmemesi doğal. O ustalarından öğrendiğini, bildiği tek iş olan müzisyenliği, bildiği tek yoldan gidip düğün-dernek dolaşarak sürdürmüş. Peki ya, “bütün Türkiye’yi karış karış dolaşan” derlemecilerimizin yolu Kırşehir’e düşmemiş mi? “Yurttan Sesler” yurdun bu bölgesine mi uğramamış, yoksa bu sesi bu yurttan mı saymamış? Anlamak, akıl erdirmek zor.

Seferberlikte asker kaçaklarını yakalamak için subaylar dayımı yanlarına alıp köy köy dolaşırlarmış. Dayıma türkü söylettirip kendileri de pusuya yatarlar ve dayımın sesine dağlardan köye inen kaçakları yakalarlarmış.

MUHARREM ERTAŞ’IN HAYATI, NEREDEN NEREYE…
Muharrem Ertaş 1913 yılında Kırşehir’in Yağmurlubüyükoba köyünde yoksulluğa gözlerini açtı. Deveci kabilesine mensup bir Abdal ailesi olan zurnacı Kara Ahmet ile Ayşe Hanım’ın beş çocuğundan birisiydi. 3 Aralık 1984’te, Kırşehir’in “ustalar mahallesi” olarak da anılan Bağbaşı mahallesinde bir gecekonduda, yine yoksulluğa yumdu gözlerini. Henüz 7-8 yaşında iken bağlama ile tanıştı. İlk derslerini dayısı Bulduk Usta’dan aldı. Ama Muharrem Ertaş’ı asıl yetiştiren, yörenin en ünlü saz ustalarından biri, Yusuf (Deveci) Usta oldu. Yusuf Usta yöresinin anonim ezgilerinin yanı sıra, daha çok Toklumen’li Aşık Sait’in (1835-1910) şiirlerini ustaca çalıp söyleyişiyle meşhurdur. Muharrem Ertaş o günleri şöyle anlatıyor : “Çalıp söyleme merakım küçük yaşlarda başladı. Bulduk adındaki dayımın çok güzel sesi vardı. Bir köyde türkü söyledi mi diğer köyde dinlenirdi. Hatta seferberlikte asker kaçaklarını yakalamak için subaylar dayımı yanlarına alıp köy köy dolaşırlarmış. Dayıma türkü söylettirip kendileri de pusuya yatarlar ve dayımın sesine dağlardan köye inen kaçakları yakalarlarmış. Derken Yusuf Usta beni çok severdi, merakımı görünce beni yanına aldı her gittiği yere götürdü. Düğünler de, bayramlarda, eğlencelerde yanından ayırmayarak ustalarından öğrendiğini bana da öğretirdi. Yedi yıl O’nunla çalıştıktan sonra artık tek başıma çalıp söylemeye başladım.” Hiç çocuk sahibi olamadığı ilk karısı Hatice’yi genç yaşında kaybeden Muharrem Ertaş, ikinci evliliğini Kırtıllar köyünden Döne ile yapar ve bu evlilikten, Necati, Neşet, Ayşe, Nadiye ve Muhterem adında beş çocuğu olur.

Neşet Ertaş, Hacı Taşan gibi ünlü müzisyenlere beşiklik yapan bu köyü ve burada yeşeren müziği Bayram Bilge Tokel çok güzel anlatmış: “Bu yoksul köyün toprakları hiçbir zaman insanlarını varlıklı kılmaz, fakat dünyanın en zengin nağmelerini içeren, en içli, en yanık türkülere can verir. Bozkırın ortasındaki bu fukara köy, Anadolu halk müzikleri içerisinde en orijinal renk ve anlatıma sahip bir tür “Anadolu blues”u olarak nitelendirilebilecek bir müziğe, abdal/aşiret müziğine kaynaklık eder.”

Daha çocuklar büyüyemeden Döne Hanım da vefat eder. Muharrem Ertaş acısını bile yaşayamadan, çocuklarına analık aramaya yola düşer. Kader, Yozgat’ın Kırıksoku köyünde karşılarına Arzu Hanım’ı çıkarır. Bu evliliğin karşılığında Muharrem Ertaş’tan Arzu Hanımın akrabası Hacı Taşan’ı yetiştirmesi istenir. Artık Neşet Ertaş ve kardeşleri yeni annelerine, Hacı Taşan ise kendisini Keskin yöresi oyun havaları ve türkülerinin meşhur ismi yapacak büyük ustasına kavuşmuştur. Neşet Ertaş bir söyleşide Kırtıllar’ın eskiden “Abdallar Köyü” diye anıldığını, sonradan adının sırasıyla “Tırtıllar” ve “Kırtıllar” olarak değiştiğini aktarır. Neşet Ertaş, Hacı Taşan gibi ünlü müzisyenlere beşiklik yapan bu köyü ve burada yeşeren müziği Bayram Bilge Tokel çok güzel anlatmış: “Bu yoksul köyün toprakları hiçbir zaman insanlarını varlıklı kılmaz, fakat dünyanın en zengin nağmelerini içeren, en içli, en yanık türkülere can verir. Bozkırın ortasındaki bu fukara köy, Anadolu halk müzikleri içerisinde en orijinal renk ve anlatıma sahip bir tür “Anadolu blues”u olarak nitelendirilebilecek bir müziğe, abdal/aşiret müziğine kaynaklık eder.”

“…Bizler, köylülerin büyüğüne de küçüğüne de “ağa” deriz. Bize göre, bizim dışımızdaki herkes, ‘ağa’dır….”

ABDALLIK, GÖÇERLİK ve MUHARREM ERTAŞ MUZİĞİ
Muharrem Ertaş’ın ataları, Anadolu’nun bir çok yerinde profesyonel müzisyen olarak karşımıza çıkan Abdal aşiretlerinin Orta Anadolu’daki en büyük kollarından birine bağlı. Horasan’ın nerede olduğunu bilenimiz azdır, ama “atalarımız Horasan’dan gelmiş” söylencesi Abdallar hakkında ve Abdallar arasında da yaygın. Onlar üzerine yapılan az sayıda çalışmada, kökenleri ve “geldikleri” yer hakkında şüpheli-tartışmalı tezler birbirini kovalı yor. Göçerlikleri, yaşayış biçimleri ve geçim kaynakları dikkate alındığında çingene gruplarla aralarında oluşan büyük benzerlik kabul ediliyor. Ama çingene olmaları bir küfür gibi algılanıyor ve olmadıklarına dair yeminler ediliyor. Alevi oldukları her zaman kabul edilmese de daha az tartışılıyor. Abdalları ve Abdal kültürünü tüm yönleri ile tartışmak bu yazının sınırlarını aşıyor. Fakat Abdal olmasının Muharrem Ertaş’ın kişiliğinde ve müziğindeki etkisi dikkate alındığında, çok temel özelliklerine değinmeden geçmek olmaz. Abdal Müziği’yle ilgili araştırmalarıyla da tanıdığımız sanatçı Erol Parlak, kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle anlatıyor Abdal Aşireti’ni: “Abdal Aşireti’nin başlıca yerleşim alanları Çukurova, Çukurova’nın Toroslar’a bakan kesimi, Orta Anadolu, Doğu Anadolu’nun bir bölümü. Aşiretin menşei hakkında çok değişik fikirler var; …işlerinin özellikle çalgıcılık olduğu biliniyor.

Müzik dışında işlerle de uğraşıyorlar; Anadolu’da yaz boyunca geziyor, hem çalgı çalıp düğünleri şenlendiriyorlar hem de sünnetçilik, kalaycılık, sepetçilik işleri yapıyorlar. Müziğin sergilendiği yer iki türlü: biri düğünler, diğeri de kendi aralarında yaptıkları muhabbetler… Özellikle tabii düğünler için yüksek sesli aletler kullanıyorlar: Davul, zurna, bağlama ve çeşitli halk aletleri. Son dönemde kemanı da görüyoruz. Benim araştırmalarıma göre keman, Abdal Müziği’ne Orta Anadolu’da yaşayan Ermeniler vasıtasıyla girmiş. Kırşehir’de Kuşdili Mahallesi’nde yaşayan Ermeniler var, onlar da kemanla bozlak çalıp söylerlermiş, ortak bir zevki taşıyorlar karşılıklı etkileşim sonucu…” Abdallar yaşadıkları bölgelerde hiç “has” vatandaş olarak görülmemiş, “ikinci sınıf” bellenmiş, kendileri de bu algıyı kabullenmişler. Muharrem Ertaş’ta ve bu ilişki sisteminin dışına çıkmayı becerse de Neşat Ertaş’ta görülen eziklik, içe dönüklük ve tevazuunun köklerinde sanki bu “aşağıda” olmayı kabullenme durumu yatıyor. Türk köylerinde kasketsiz ve başı dik yürümelerinin makbul görülmediğini anlatan Neşet Ertaş şöyle diyor: “…Bizler, köylülerin büyüğüne de küçüğüne de “ağa” deriz. Bize göre, bizim dışımızdaki herkes, ‘ağa’dır….”

Gördükleri muamele bu gönül insanlarını hiçbir zaman isyana götürmese de, hayata karşı kırgınlıkları belki de sanatlarının temelini oluşturmuş. Yine Neşat ustadan alıntılıyalım: “Efendim, bütün bunların ötesinde bir de baskı vardı, baskı! Şimdi bile, geldik 21. asıra, kızı gönlüne korsan, ya davulcuya varır ya zurnacıya lafı, bir atasözü olarak hala söylenir. Bu kendini bilmezlerin insanı aşağılamak için kullandığı bir sözdür… o zaman bizimkiler aşağılana aşağılana baskı altına alınmış.” Bu ilişkilerin elbette maddi sonuçları vardır. Ertaş, “Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk. Varlığı görmedik ki yoksulluktan şikayet edelim.” diyor. Yoksulluk Abdallar için içine doğulmuş ve sanki asla değişmez bir kaderdir, bir yaşam biçimidir. Doğduklarında seçebilecekleri mesleklerin belli olması gibi, hayatlarının yarı aç, yarı tok gidişatı da bellidir. Çoğu için yoksulluklarına eşlik eder göçerlik: “…Gittiğimiz köyler Türk köyü de olurdu. Hep Abdal köyleri gezmezdi babam… Gelirdik bir köye, babam köy odalarında saz çalar, köylüler babama, evimize un, bulgur verirdi. O köyü de bıktırmamak için fazla kalmaz, başka bir köye giderdik. Orada da üç-beş ay kalırdık. Köyde iyi davranılırsa, altı ayı geçerdi. Ama bir yerde bir sene kaldığımızı pek sanmıyorum.”

“Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk. Varlığı görmedik ki yoksulluktan şikayet edelim.”

ADINI NASIL DUYDUK?
1950’leri takip eden yıllarda, önce radyo ve plak, ardından da televizyon ile yörelerinde çoktan şöhret olmuş sanatçılar yavaş yavaş geniş kitleler tarafından tanınmaya, dinlenmeye başlanmış. Bu açılımın neredeyse ilk örneklerinden biri Hacı Taşan olmuş: “Askerliğimi 1950´de İstanbul Maçka´da yaptım. Askere gitmeden önce çalıp söylemede bir hayli ustalaşmıştım. O sıralar rahmetli Muzaffer Sarısözen yurdun her tarafını gezip türkü derliyordu. Bir gün çıkıp Keskin’e geldi. Bizi Halkevi binasında topladı, o günlerde yayınladığı Folklor Saati’nde yer vermek üzere seçme yapacağını söyledi. Keskin´de bir hafta kalarak birçok mahalli sanatçıdan derlemeler yaptı. Daha sonra seslerimizi radyoda yayınladı. Radyo ile ilişkim ilk böyle başladı. Sarısözen bizi daha sonra zaman zaman Ankara´ya radyoya davet ederek çalıp söyletti. Sarısözen´den sonra Nida Tüfekçi, Mustafa Geceyatmaz ve Ali Can´larla tanıştım ve radyoda programlar yaptım.” Hacı Taşan’ın açtığı yola çok geçmez başka çıkanlar da olur. Neşet Ertaş müziğinin düğünler dışında da işine yarayabileceğini keşfetmiştir bir kere: “Baktım bir gün radyoda Hacı emmim türkü söylüyor. Babam Muharrem ustadan bellediği bir bozlak bu: ´Aman aşağıdan Yusuf Paşam gelirken gelirken / Düşmanına karşı koyan merd olur…´ öyle bir heyecanlandım ki, yerimde duramadım. ´Ben de gidip radyoya çıkacağım´ dedim. ´Madem Hacı emmimin söyledikleri radyoda çalınacak kadar kıymetli, o zaman benim okuyacaklarımı da yayınlarlar´ diyerek elimde saz, Ankara´ya, Sarısözen´in yanına geldim…” Gerçi Neşet ilk girişiminde başarılı olamaz, Muzaffer Sarısözen onu dinlemeden başından savar. Ama o çok şükür ki yılmaz ve ısrar eder, kendini dinletmeyi başarır. Çok şükür çünkü eğer o küsüp bir daha şansını denemeseydi, bugün sadece Neşet Ertaş’ı değil, büyük olasılıkla Muharrem Usta’yı da tanımıyor olabilirdik.

Muharrem Ertaş oğlunun ısrar ve gayretleri ile, birkaç kez radyoda söyler ve birkaç plak yapar; ama adı ancak 1970’lerin ikinci yarısında, bir TV programında okuduğu sözleri Dadaloğlu’na ait meşhur ‘Avşar Bozlağı’ ile ülke çapında duyulur. Bayram Bilge Tokel bu okuyuşu şöyle tarif ediyor: “Bu öyle bir okuyuştur ki şimdiye kadar saz çalıp okuyanların hiç birine benzememektedir. Tok ve davul gibi gümbürdeyen, ama alabildiğine duygulu bir divan sazı eşliğinde ; tiz, gür, parlak ve bir o kadar da içli ve yanık bir sesin okuduğu, bir buçuk oktavı aşan ses genişliğine sahip bir Dadaloğlu gürlemesi… Repertuarındaki diğer eserler de kimsenin bilmediği, söylemediği, bilenlerin ise asla bu derece güzel ve etkileyici okuyamayacaklarını itiraf ettikleri türküler, bozlaklar, ağıtlar ve halay havaları…. Her biri türünün en güçlü ve orijinal örnekleri…”

Muharrem Ertaş oğlu Neşet Ertaş’ın ısrar ve gayretleri ile, birkaç kez radyoda söyler ve birkaç plak yapar; ama adı ancak 1970’lerin ikinci yarısında, bir TV programında okuduğu sözleri Dadaloğlu’na ait meşhur ‘Avşar Bozlağı’ ile ülke çapında duyulur. Bayram Bilge Tokel bu okuyuşu şöyle tarif ediyor: “Bu öyle bir okuyuştur ki şimdiye kadar saz çalıp okuyanların hiç birine benzememektedir. Tok ve davul gibi gümbürdeyen, ama alabildiğine duygulu bir divan sazı eşliğinde ; tiz, gür, parlak ve bir o kadar da içli ve yanık bir sesin okuduğu, bir buçuk oktavı aşan ses genişliğine sahip bir Dadaloğlu gürlemesi..”

DEĞERİ BİLİNDİ Mİ, BİLİNİYOR MU?
Büyük ustanın yıllarca biriktirdiği sanatının ne kadarının bizlere ulaştığını tam olarak saptamak olanaksız. Ama bu konuda durumun çok iç açıcı olmadığı ortada. “TRT Türk Halk Müziği Repartuarındaki” Kırşehir Türkülerinin 30 tanesi (21 kırık hava, 9 bozlak) Neşet Ertaş’tan; 25 tanesi (7 kırık hava, 18 bozlak) Muharrem Ertaş’tan; 16 tanesi (8 kırık hava, 8 bozlak) Çekiç Ali’den derlenmiş gözüküyor. Tüm bu sanatçıların yıllara yayılan müzisyenliklerinin yanısıra, yüzyıllardır devam eden bir müzikal geleneği bizlere taşıyan köprüler oldukları düşünüldüğünde kaybın çok büyük olduğunu tahmin etmek zor değil. El yordamı ve önemli eksiklikler ile yürüyen kayıt altına alma süreci kişisel haklar açısından da ciddi sorunlar doğurmuştur. Yoksul doğan ve yoksul ölen Muharrem Ertaş’ın bütün eserleri kayıt edilmiş ve kendi adına tescillenmiş olsa idi, çocukları ve torunlarına büyük ustanın bir parçası olma  gururuyla birlikte sanırım önemli bir servet de bırakmış olurdu: “…Şimdi radyolarda oyun havaları duyuyorum, hep babamın havaları…Radyoevine götürüp verenler kendi adına kayıt ettirseler de, babamın havaları. Nereden nereye geçmiş, lafları değişmiştir ama hava aynı hava. “Yürü güzel yürü yolundan kalma / Her yüze güleni dost olur sanma” diye devam eden bir hava vardır, bu, Kırşehir’de Şemsi Yastıman’ın üzerine kayıtlanmış ama babamındır.” Elbette dönemin sanatçı hakları açısından tek sorun kayıt altına alınma sorunu değil. Yeni yeni gelişen müzik sektörümüz, daha o yıllarda “korsanlığın” ve hak gasbının “zeki” yollarını keşfetmiş. Çekiç Ali lakaplı Kırşehirli sanatçı Ali Ersan’ın soyadını değiştirerek “Ali Çekiç” oluşunun hikayesi bu durumun traji-komik bir örneğini oluşturuyor: “Ve o yıllarda İstanbul’da faaliyet gösteren bir plak şirketi, Çekiç Ali’ye ait bir plağı izinsiz basıp çoğaltarak piyasaya sürer. Çekiç Ali’nin haklı itirazına ise, tam bir “şark kurnazlığı” üslubu ile, “senin adın Çekiç Ali değil ki, sen Ali Ersan’sın” diyerek … sahtekarlığına bir kılıf uydurur. Bunun üzerine Ali Ersan da halk arasında meşhur olan Çekiç Ali ismini hukuki yolla resmileştirerek Çekiç soyadını alır.”

MUHARREM ERTAŞ’IN OĞLU NEŞET ERTAŞ
Türkiye Muharrem Ertaş’ı oğlu Neşet Ertaş aracılığıyla tanıdı. Fakat Bayram Bilge Tokel bizi önemli bir konuda uyarıyor: “Eğer Neşat Ertaş’tan Muharrem Ertaş’a giderseniz hem yolunuz uzar, hem de vardığınız yer, varmak istediğiniz yer olmayabilir. Çünkü Neşat Ertaş estetiği ve yorumu ile biçimlenmiş bir ruh için başlangıçta Muharrem Ertaş sadece otantik ve basit, hatta giderek ilkel bile gelebilir. Oysa Muharrem Ertaş’ın sanatını kuşatmış gibi görünen koyu mahallilik ve otantizm örtüsünün altında gizli o kendini kolay ele vermeyen esrarlı güzelliği ve heybeti hissetmek biraz zahmet gerektiriyor. Onu hissettiğiniz anda ise, Neşat Ertaş’ın sanatının gerçek kaynaklarına ve en güçlü referanslarına yaklaştığınızı birden fark edersiniz” Babasının müziği ve baba-oğul iki büyük müzisyenin ilişkisi hakkında Neşet Ertaş’ın sözleri ile noktayı koyalım: “Babamla beş yaşımdan itibaren böyle geceli gündüzlü sanat arkadaşlığına başladık. Babamın bütün duygularını ben kendimde hissediyorum. Çaldığım havaların etkileri, duyguları aşağı yukarı yüzde doksanı babama aittir….Ben bütün Türkye’de iyi kötü bilinen bir sanatçı olduktan sonra bile babamın yanında elime saz alıp türkü söylemezdim, hele onun yanında hiç bozlak okuyamazdım… Sohbete “divan”la başlardı, öğüt veren, nasihat eden eserler okurdu önce. Ben buna cesaret edemiyorum. Eskilerden kalma havaları da okurdu, bazen de açardı önüne Karacaoğlan’ın, Dadaloğlu’nun, Pir Sultan ve öteki hak aşıklarının kitaplarını, oradaki şiirleri kendince havalandırırdı.”

Neşet Ertaş: “Babamla beş yaşımdan itibaren böyle geceli gündüzlü sanat arkadaşlığına başladık. Babamın bütün duygularını ben kendimde hissediyorum. Çaldığım havaların etkileri, duyguları aşağı yukarı yüzde doksanı babama aittir….Ben bütün Türkye’de iyi kötü bilinen bir sanatçı olduktan sonra bile babamın yanında elime saz alıp türkü söylemezdim, hele onun yanında hiç bozlak okuyamazdım…”

Yararlanılan Kaynaklar:
Bayram Bilge Tokel, Neşat Ertaş Kitabı, Akçağ Yayınları, Ankara 1999
Haşim Akman, Gönül Dağında Bir Garip “Neşet Ertaş Kitabı”, İş Bankası Yayınları, 2006
“Kalktı Göç Eyledi” albüm kitapçığı, yayıma hazırlayan Bayram Bilge Tokel, Kalan Müzik, 1998
“Başımda Altın Tacım” albüm kitapçığı, yayıma hazırlayan Melih Duygulu, Kalan Müzik, 2000

Muharrem Ertaş’a ilişkin bu yazı, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 1. sayısında (Ağustos – Eylül 2006) yer aldı. Yazı, Taner Koçak tarafından kaleme alındı ve görseller, yararlanılan kitaplardan ve Kalan Müzik’ten edinildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Yavuz Gündüz ve Murat Ateş tarafından yapıldı.