bread

Doğan Hızlan: Edebiyatta iktidar olmaz

Bu yıl TÜYAP Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı olan,  “Edebiyatın Cumhurbaşkanı” unvanına sahip ama aynı zamanda Klasik Batı Müziği ve Türk musıkisine olan düşkünlüğüyle de tanınan Doğan Hızlan’ı bu sayıda sayfalarımıza konuk ettik…

Kendisiyle yapılan Marcel Proust anketine göre; hayattaki sloganı “artmazsa yetmez”. En sevdiği kuş da papağan. Nedeni sorulunca “huysuzluğunu, bencilliğini, arsızlığını seviyorum” diyor. En sevdiği yönetmen Fellini, en sevdiği roman kahramanı  Raskolnikov. Gelin görün ki; Kürşat Başar onunla yaptığı nehir söyleşisini “Sanki Bir Roman Kahramanı” adıyla kitaplaştırdı.

Gazeteci Emel Armutçu ise onu “kendi hayatının senaristi ve başrol oyuncusu” olarak tarif etti. Annesi, anneannesi ve teyzeleriyle geçirdiği çocukluk ve gençlik yılları boyunca sürekli korunmuş, gözetilmiş, her isteği yapılmış bir tek çocuk. Tommiks Teksas okumuşluğu, boş arsalarda futbol oynamışlığı, dizini kanatmışlığı yoktur. Ortaokulda izcilik koluna girmişse de buradaki tek faaliyeti arkadaşlarına izciliğin kurucusunun hayatıyla ilgili bir konferans vermek olmuştur. Rivayete göre ayakkabısını kendi başına bağlamasına 13 yaşında izin verilmiş. Bu yıl 70. yaşını kutluyor. Çocukken ne kadar büyükse, büyükken de o kadar çocuk kalmayı başarmış biri. “50 Kuşağı” yazarlarından biri olarak, “Her kuşağın iyi bir eleştirmene ihtiyacı var” düşüncesinden yola çıkarak eleştirmenliğe soyunmuş biri var karşımızda.

İlk yazısı 1954 yılında yayınlandı. O günden bu yana yazı yazmaktan başka bir işle uğraşmadı, Ama bugün bazıları, yazmadıklarının yazdıklarından daha önemli olduğunu söylüyor. 50 küsur yıldır Türkiye’nin neredeyse bütün aydınlarına, yazarlarına bu kadar yakın olup, onların özel yaşamlarına tanıklık edip; bu tanıklığı bırakın yazıya dökmeyi hiçbir yerde dillendirmemesiyle kısacası ketumluğuyla tanınan biri çünkü.

Kimilerine göre yaşayan edebiyat tarihi, kimilerine göre bir kültür eleştirmeni, kimilerine göre bir estet. Yol boyu ona ‘sanat mafyası’diyenler de oldu, onu bir sığınak olarak değerlendirenler de. Edebiyat, kültür – sanat dünyasındaki herkesin bildiği gerçekse şudur : Doğan Hızlan bir yerdeyse orası meşrudur. Kürşat Başar’ın kitabında kendini “ferdi dünyası içine kapanıp kalmış egosantrik bir adam” diye özetliyor. Edebiyatta müzikte ve yemekteki seçkinci tavrını eleştirmenliğinde sürdürmüyor. Zira “uçan kuşun kanadı kırılmaz” diyenlerden. Yazılarında hiçbir olumsuz eleştiriye yer vermemesini eleştirenler var yıllardır. Oysa onun beğenmediğini yazmamak gibi bir ilkesi var, önüne gelen her şeyi beğenecek kadar zevksiz değil anlayacağınız. İlkeleri kadar zevkleri konusunda da tavizsiz üstelik; onu papyonsuz göremezsiniz. (Ancak kendisine hediye edilmiş çok özel bir iki kravatı takacağı zamanlar papyonunu çıkarıyor.)

Bu yıl 25. si düzenlenen TÜYAP Kitap Fuarı’nın onur yazarıydı. Hürriyet gazetesi çalışanları ona armağan ettikleri kitabı Sevgili Doğan Hızlan adıyla yayınladı. Kürşat Başar’ın kendisiyle yaptığı nehir söyleşi Türkiye İş Bankası Yayınları arasından çıktı. Doğan Hızlan’la, ‘Edebiyatın Cumhurbaşkanı”yla birlikteyiz

Türkiye’de iyi şiir, öykü, roman yazamayan insanların eleştirmenliğe soyunduğu söylenir. Siz ise ilk yazınızdan itibaren eleştiri yazıları yazıyorsunuz. Galiba bu yargıyı boşa çıkarıyorsunuz ?

Yerleşik bir kanıdır bu. Ayrıca bir kişi şiir yazmakla edebiyata başlar, öykü de yazar, sonra da eleştiride karar kılar. Bu diğerlerinde başarısız olduğunu göstermez.Ya da onlarda başarılı olmadığı için, eleştiriyi seçtiği iddiası benim için havada kalıyor. Ben ne şiir yazdım, ne öykü ne de roman.

İçinizden hiç “bir roman  yahut öykü ya da şiir  yazayım da nasıl yazılırmış görsünler” diye geçirmediniz mi ? Bu saatten sonra yazmak risk mi olur ?

Ben yazılanları eleştirdim, onlara işte roman böyle olur, öykü böyle yazılır, şiir dediğin böyledir, gibi bir iddia ile yaklaşmadım. Bir türün kuramını bilenlerin, onu metinlere uygulayanların o örneklerin iyisini vereceklerini sanmıyorum, aksine tersi oluyor. Divan edebiyatını  çok iyi bilen bir uzmanın, bu alandaki bir otoritenin yazdığı gazelleri okudum, çok başarısızdı. Eleştirmenlerin  başına bu gelebilir. Risk büyük oranda var. Bizi eleştirdi, yazdıkları nasıl, bir bakın derler. Ben canım isteseydi bu riski göze alabilirdim, istemedi. Her yazı aslında bir risktir, her gün yazan biri için.

İstanbullu bir ailede yetişmenin edebiyat dünyasına kolayca kabul edilmenizde bir rolü olmuş olabilir mi?  En azından bazı şeyleri kolaylaştırdığı, bazı uzun süreçleri kısaltması gibi…

Bu soruyu kendim zor yanıtlayabilirim. Ama kitaba, bilgiye ulaşmada, böyle büyük şehirde yaşamanın nimetlerini unutmamak  gerekir. Üstelik ailem benim öğrenmem, okumam için istediğim kitapları aldılar, istediğim plaklara, notalara sormadan para ödediler. Ayrıca benim bütün ailem müzikle ilgiliydi, hepsi bir enstrüman çalardı. Kolaylık sözü kullanılabilir.

Yıllardır edebiyat dünyasının en güçlü adamlarından birisiniz, belki de en güçlüsü. Gücünüzü iktidara dönüştürmemeyi nasıl başarıyorsunuz?

İltifatınıza teşekkür ederim. Elli yılı aşkın yazan biri elbet bir okur, edebiyat alanı kazanır. Edebiyatta iktidar olmaz, yapay girişimlerdir  bunlar. Edebiyat, yazmak alçakgönüllü bir iştir, şişinmelere, böbürlenmelere müsaade etmez.

Size bunun için mi “Edebiyatın Cumhurbaşkanı” diyorlar?

Çok sevgili rahmetli, bizim 1950 Kuşağı’ndan yayıncı, öykücü, romancı arkadaşım Erdal Öz, yazarlığımın  50. yılında yaptığı bir konuşmada bana bu unvanı verdi. Tanrının güzellikleri üzerinde olsun, diğer dostlarım da bunu benimsedi.

Neyyire Özkan sizinle ilgili bir yazısında, 12 Eylül sonrasında yazar ve yayıncıların yargılandıkları bir davada, buz gibi bir ortamda DGM Savcısı’na imam bayıldı tarifi verişinizi anlatıyor. Bunu o soğuk havayı yumuşatmak için yapmadığınızı da vurguluyor. Her durumda, her ortamda Doğan Hızlan olarak kalabilmeyi başarabilmeniz özgüveninizle mi ilintili ?

Tek çocuk olarak büyüdüğümden, özgüvenle davranırım. Bazen de nerede ne konuşulacağını karıştırırım. Ama her zaman aynı kalmak bir kişilik anlayışıdır. Neyyire Özkan, bu olayı çok hoş, sevecenlikle anlatmış. O an bir imam bayıldı tarifi yapmak istiyorsam, zaman ve mekana göre durumu değiştiremem. Diyorum ya belki tek çocukluktan kalma çevreyi algılayamama durumu.

Sanırım eleştirmenlik sadece bilmeyi değil, hissetmeyi de gerektiriyor. Edebiyatsa acıyla içiçe bir kavram. Büyük trajediler, dramlar, savaşlar, yıkımlar hep büyük edebiyatları, en iyi edebiyat yapıtlarını yaratmış tarihe baktığımızda.

Çocukluğunuzda dizinizin bile kanamadığını, herşeyin ve herkesin sizin isteklerinize uygun hale sokulduğunu, en şımarık taleplerinizin bile aile fertlerinizce emir telakki edildiğini düşünürsek sizin hayatınızda hiç büyük bir acı yok gibi. ( Yoksa var mı ?) Bu kadar steril yaşamış biri, bütün o “el bebek gül bebek”likler düşünülürse, başka birinin, bir yabancının acısını bütünüyle kavrayabilir, anlayabilir mi sizce ? Siz bunu yapabildiğinizi düşünüyor musunuz ?

Steril yaşamış insanlar için başkalarının acısı çok daha fazla yakıcıdır. Çünkü ben hemen kendi şartlarımla onun şartlarını, onun durumuyla kendi durumumu karşılaştırır ona göre karar veririm. Öyle günlerde yakın dostlarımın yanına koşarım. İnanınınız, yakınlarımın, sevgili dostlarımın kötü günleri benim de kötü günlerimdir.
-
Kürşat Başar’la yaptığınız nehir söyleşide ailenizden bahsederken babanıza karşı mesafeli bir durum seziliyor. Anneniz kadar yakın durmadığınızı hissettim, zorunlu değil de gönüllü bir tercih sözkonusu olan, öyle mi ?

Babam ben on yaşındayken bizden ayrıldığı için, çoğunlukla anneannem, annem ve teyzelerimle birlkte oldum. Benim her istediğimi yerine getirerek belki de beni şımarttılar. Ama bunu hiç kimseye hatta kendime karşı bile gerekçe olarak kullanmadım. Yoksa kitapta babamın müzisyenliğini, zevk ehli olduğunu anlattım.

Kaç yaşından beri ud çalıyorsunuz, nasıl başladınız?

Yanlış anımsamıyorsam on beş yaşımdan beri. Bana udu öğreten küçük teyzem öldüğünden beri az çaldım. Ama şimdi mutlaka annemin doğum günlerinde çalarım. Ama nota okumayı bırakmadım.

Keyifli ya da hüzünlü olduğunuzda özellikle çaldığınız parçalar var mı?

Böyle bir ayrım yapmadım ama sevdiğim saz eserlerini ruh halime göre çaldığım olmuştur .

Klasik Batı Müziği ve Türk musıkisi sevdiğiniz biliniyor. Hürriyet gazetesinin yaptığı bir ankette ünlülere “en sevdiğiniz 10 şarkı nedir” diye soruluyordu ve iyi bir müzik dinleyicisi olan, TSM alanında biraz eğitimi ve vasatın üstünde bir repertuar bilgisine sahip olan ben bile listenizdeki 10 şarkıdan 8’ini daha önce hiç duymamıştım. Bu listeyi hazırlarken nedense çok eğlendiğinizi düşünüyorum.

Sevdiklerimi az kişi seviyor mu desem, yoksa bildiklerimi az kişi mi biliyor desem. Bazı şarkılar, bazı besteler var ki ömrünüzde bir yeri vardır, yer etmiştir, bu şarkılar, besteler öyle. Eğlendim mi acaba ? Bilmem bu konuda net ve doğru bir yanıt veremeyeceğim .

Güncel ya da ‘popüler’ müzikle, gençlerle aranız nasıl, sevdikleriniz var mı?

Dinliyorum demek yeterli.

AB kapısındaki Türkiye’de hala yazarlar, aydınlar yazdıkları, söyledikleri yüzünden yargılanıyor, mahkum olabiliyorlar. “İçimizdeki En Avrupalı” olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

“İçimizdeki En Avrupalı ” sözü doğrusu hoşuma gitti. Bunu biraz açmalıyım, bu verdiğiniz unvanı. Ben iyi bir Avrupalının aynı zamanda iyi bir Osmanlı olduğu kanısındayım. İki uygarlığı da, iki yaşama biçimini de, iki kültürü de hazmetmeden Avrupalı olunmuyor.

Orhan Pamuk’un Nobel almasının Türk Edebiyatı’na nasıl bir katkısı olacak sizce?

İyi olması gerekir. Çünkü uzun bir yazı okumuştum. O yazıda Marquez’in gerek Yüzyıllık  Yalnızlık yayınlandıktan, gerek Nobel Ödülü kazandıktan sonra  dünyanın Latin Amerika edebiyatına ilgisinin arttığı, birçok yazarın başka dillere çevrildiği anlatılıyordu. Bu etkiyi bekliyorum .

Geçen yıl CNN TÜRK’te bir haber bülteninde Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Yaşar Kemal’in de en az Pamuk kadar bu ödülü hakettiğini düşündüğünüzü söylemiştiniz. Başkaları da var mı?

Elbette Adalet Ağaoğlu başta geliyor. Hep söyledim, bir Türk yazarının Nobel alacağı  konusunu Yaşar Kemal gündeme getirdi. Bu listeye birkaç ad daha ekleyebilirim.

Nobel’i siz alsaydınız, kazandığınız parayla ne yapardınız?

Para konusunda kafam işlemediği için bir yanıt bulamıyorum .

Behçet Necatigil’i çok sevdiğinizi biliyoruz. Bunun dışında Türk ve Dünya edebiyatında çok sevdiğiniz şair ve yazarlar hangileri?

Uzun bir liste olur, çünkü ben bütünüyle sevdiğim edebiyatçılar olduğu gibi, bazı eserlerini sevdiklerim de var. Onun için kendimi de sizi de yanıltmayayım.

Bu yıl TÜYAP Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı sizdiniz. Türkiye’de yazarın, aydının ‘birikim’ine verilen belki de tek ödül bu. Ödüllendirilmeye çok alışık bir insansınız, birikiminize verilen bu ödülün hissettirdiği farklı bir duygu oldu mu?

Ödül vermeye alışık bir insanım, ödül almak beni şaşırtır. Çeşitli edebiyat jürilerinde bulunduğumdan, hep ödül veririm.
Ama bir kurulun beni seçmesi, ayrıca 25 yıllık bir fuarın Onur Yazarları arasında yer almamın, gerçekten beni çok sevindirdiğini, mutlu ettiğimi söyleyebilirim. Özel bir anlamı var.

Türkiye’de pek çok insan edebiyat alanında verilen ödüllerin içinin boşaldığını, okur tarafından önemsenmediğini savunuyor. Pekçok ödül jürisinde yer alan biri olarak siz sanırım böyle düşünmüyorsunuz?

Hayır düşünmüyorum. Etki alanı en az olan ödül bile bir kişiyi daha geniş bir okur kitlesine ulaştırıyor.

Türkiye’de okurun ve eleştirmenlerin önemsediği ödüller hangileri?

Belli başlı ödülleri siz de biliyorsunuz, gerek seçiciler kurululun gerek verilenin saygınlığı açısından değerlendirilmeli.

Doğan Hızlan’la yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 3. sayısında (Aralık – Ocak 2007) yer aldı. Reyhan Yıldız tarafından gerçekleştirilen söyleşideki fotoğraflar, Doğan Hızlan’ın arşivinden edinildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.