ara
face
Son Yazılar
Yazının DevamıSezar ve Napolyon, turşunun askerleri için cesaret kaynağı olduğunu söylemişler....
Yazının DevamıYapımının hayli zor olması nedeniyle tadı ve kıvamı taklit edilemeyen...
Yazının DevamıBüyükannelerimizi işlerken gördüğümüz ve bir dönem demode bulunarak çeyiz sandıklarında...
Yazının Devamıİlkbaharın habercisi leylekler, özellikle Türkiye’de en sevilen hayvanlardan biri. Öyle...
Yazının DevamıSoğuk kış aylarının sıcacık yemişi… “Kestane kebap yemesi sevap…” Sobanın...
Eurovision tarihimiz: Onunla yüzbin dakika
Ülke olarak Eurovision ile yatıp, Eurovision ile kalktığımız günlerin üzerinden çok zaman geçti. Artık (pek) öyle yapmıyoruz. Yani yapıyoruz da, öyle eskisi gibi 24 saat ya da 365 gün sürmüyor. Yarışma zamanı gelip çattığında gerilmeye-heyecanlanmaya başlıyoruz. Bir de, yarışmaya bizi temsilen kimin gideceği netleştiğinde. Bu sene de öyle oldu. TRT, Kenan Doğulu ismini açıkladığında şöyle bir hareketlendik, (“Türkçe mi, İngilizce mi?” gibi) eski defterleri açtık, sonra da gevşedik. Yarışma zamanı geldiğinde biraz daha çalkalanacak ortalık; birileri yerli yersiz konuşacak, kavga edecek-sürtüşecek. Sonra da unutacağız bu konuyu; yeni bir yarışma ya da yarışmacıya kadar… Ama bir zamanlar öyle miydi? Tek konumuz buydu; konuşmaya doyamazdık… Nasıl olurdu da sonuncu olurduk, nasıl olurdu da hiç puan vermezlerdi bize? Sevmiyorlardı bizi, kendileri gibi görmüyorlardı, şu bu. Kısmen doğru, kısmen de yanlış ya da abartıydı bütün bunlar.
Zaman hepsini tek tek çözdü ya da değiştirdi. Sertab Erener’in birinciliği ise işin ‘kompleks’ kısmını tam çözdü. Oluyor ya da olabiliyordu işte; zamanı gelince birinci de olunabiliyordu. ‘Şans’tan çok, doğru yer ve zamandı önemli olan. Tarkan’ın “Şıkıdım” ve “Şımarık” ile iyice oryantal temalara alıştırdığı kulaklar, gün geliyor Türkiye mi değil mi bakmadan 12 tam puanları yapıştırıveriyordu işte. Ama tamamen de gevşemiz sayılmayız. Hala yüksek derece, ille de yüksek bir derece bekliyor durumdayız; mümkünse bir başka birincilik. Olabilir mi? Evet, neden olmasın. Her şey bir kere daha denk gelebilir ve biz yine birinci olabiliriz. Ama şart mı? Hayır! Hiç de şart değil. Bu bir yarışma ve güzel güzel gidip, efendi efendi yarışmaktır önemli olan; gerisi boş.
Ne birinci olan dünya çapında bir star olabiliyor, ne de sonuncu olana bütün kapı lar kapanıyor. Önemli olan yarışanın ‘hamur’u; hamur sağlamsa gün gelir her şey olacağına varır ya da hemen ertesi gün her yer karanlığa boğulur. Ve gün gelecek bir ihtimal biz de bunu iyice öğrenecek, “Eurovision mu? Bu akşam mı? Seyredelim de eğlenelim bari…” diyebileceğiz. İnşallah öyle de olabilecek.
ONUNLA ÜÇ DAKİKA
Türkiye’nin Eurovision’a katıldığı ilk yıl 1975. Ama yarışmaya katılma telaşımız 1974 yılında başladı. TRT’nin çok sık yaptığı anonslar, bütün sanatçıları çok fazla heyecanlandırdı ve o yıl rekor sayıda isim katıldı elemelere. Esin Afşar, Cahit Oben, Füsun Önal, Yeşim, Yeliz, Atilla Atasoy, Ali Rıza Binboğa, Cici Kızlar, Uğur Akdora, Gökhan ve elbette Semiha Yankı. Biliyorsunuz, o yıl epeyce ‘derece’ dağıtıldı… Üstelik iki ‘resmi’ birincimiz (“Delisin” ile Cici Kızlar ve “Seninle Bir Dakika” ile Semiha Yankı) ve bir de ‘halk’ birincimiz (“Yarın” ile Ali Rıza Binboğa) de oldu. Tabi yarışmaya ‘resmi’ birinciler gidebilecekti. Bu nedenle çok ‘adil’ ve çok ‘gerçekçi’ bir usulle seçildi ‘asıl’ birinci ve yazı-tura atılarak Semiha Yankı’nın gitmesine karar verildi Stockholm’e.
Sanatçının birinci ilan edilip yarışmaya gideceği güne kadar geçecek zamanı da boşa harcamadık ve hepimiz el birliği ile savaşa hazırlandık Bu sefer ‘Viyana Kapıları’nın önümüzde ardına kadar mutlaka açılacağına inanıyorduk. Açılacaklardı ya da biz onları yerle bir edecektik. Ama elde ettiğimiz sonuç bizi yerle bir etti. Şarkımız Monaco’dan aldığı üç puan ile sonuncu olmuştu. Dünyayı zehir ettik kendimize: “Bu nasıl yapılırdı bize, bu kadar aleni hak yenir miydi, bizi sevmiyorlar istemiyorlardı işte…” Daha neler neler. Bir sonraki yıl ise elbete katılmadık. Onlar bizi istemiyorsa biz hiç istemezdik. Yapılan elemelerin Türk popuna çok katkısı olmuş, bir dolu genç insan kendini gösterebilme fırsatı bulmuş, epeyce yeni şarkı kazanılmış, plaklar basılmış filan, kimsenin umurunda olmadı: Gitmiyorduk işte! 1978 yılında yapılacak yarışmaya ise, kendimizi zar zor razı edip gitmeye karar verdik.
Yine rekor sayıda katılım oldu. Üstelik bu sefer çok ‘baba’ isimler çok da ‘sıkı’ projeler ile hazırlanıp katılmışlardı elemelere. Bu sefer jüri Nilüfer’in yüzüne güldü ve Nilüfer, Grup Nazar’ın bir üyesi olarak gitti Paris’e. Sonuncu olmadık ama bir evvelki yıldan da pek farklı durumda da değildik. 20 ülke katılmıştı yarışmaya ve biz 2 puan alarak 18. olmuştuk, üstelik tek başımıza değil; bu sonucu bile, aynı puanı almış Fİnlandiya ile paylaşmıştık. Takdir edersiniz ki, biz onların oyuncağı değildik, bir ‘gururumuz’ vardı ve bunu onlara ezdirmezdik. Bu nedenle bir yıl daha küstük onlara. Bu bir yılı da “bu işi ancak Ajda Pekkan halleder” görüşünü hakim kılarak geçirdik. Gitti de kadıncağız, hayatının en büyük hatasını yaparak gitti. Süperstar için besteler ısmarlandı, hazırlanan ‘cici’ lerin arasından üç tanesi ayrıldı ve “beğen bunlardan birini” dedik jüriye.
Cenk Taşkan’ın “Bir Dünya Ver Bana”, Şerif Yüzbaşıoğlu’nun “Olsam”ı bir kenarda kaldı ve “Petrol” ile gitti Ajda Pekkan Hollanda’ya. 15. Olmuştuk, üstelik üç-beş ülkeden de olsa 23 puan toplamıştık ama, Ajda Pekkan’dan beklediğimiz bu değildi ki, biz aslında birincilik beklemekteydik… Yazık ki ne yazık.
ONUNLA HANGİ DAKİKA?
Bu beklentimiz epeyce bir süre devam etti ve hep de hüsrana uğradık. 1981 yılında Modern Folk Üçlüsü ve Ayşegül Aldinç “Dönme Dolap” ile (9 puan ile 18.), 1982 yılında Neco “Hani” ile (20 puan ile 15.), 1983 yılında (sıkı durun) Çetin Alp “Opera” ile (sıfır puan ile 19.), 1984 yılında Beş Yıl Önce On Yıl Sonra “Halay” ile (37 puan ile 12.), 1985 yılında MFÖ “Diday Day day” ile (36 puan ile 14.), 1986 yılında Klips&Onlar “Halley” ile (53 puan ile –bin şükür- 9.), 1987 yılında Seyyal Taner ve Lokomotif “Şarkım Sevgi Üstüne” ile (yine sıfır puan, yine sonuncu), 1988 yılında bir kere daha MFÖ “Sufi” ile (37 puanla 15.), 1989 yılında, Timur Selçuk’un kızı Hazal Selçuk’un başı çektiği Grup Pan “Bana Bana” ile (5 puan ile 21.) ve 1990 yılında Kayahan “Gözlerinin Hapsindeyim” ile (21 puan ile 17.) gittiler bizi temsilen ve Klips &Onlar’ın
dokuzunculuğunu hariç tutarsınız hiçbir şey de yapamadan döndüler. Biz de “artık tamam dedik” o zaman… “Artık kim gidiyorsa gitsin umurumuzda değil”…
Sahiden de öyle oldu. Yarışmaya ilgi azalınca, bu sefer ünlü isimler de el ayak çekti yarışmadan, meydan biraz daha fazla gençlere kaldı. 1991 yılında, Günümüzün İzel ve Reyhan Karaca’sı, aralarına Can Uğurluer’i alarak gittiler İtalya’ya (artık puan ve dereceleri saymıyorum çünkü ortada hala kayda değer bir şey yok). 1992 yılında Aylin Vatankoş, 1993 yılında Burak Aydos (ki “Esmer Yarim” adlı şarkısı sahiden de çok güzeldi), 1995 yılında (1994 yılında katılmadık, bu sefer onlar siz biraz bekleyin dediler) Arzu Ece, 1996 yılında Şebnem Paker düştü Avrupa yollarına. Bu Şebnem Paker’in ilk gidişiydi ve “Beşinci Mevsim” adlı şarkısı 57 puan alarak 12.oldu. Şebnem Paker bir sonraki yılda tekrar yarıştı, bu sefer şeytanın bacağını (nispeten) kırabildik ve üçüncülük ile döndü Şebnem Paker. Kıyametler koptu elbette. Herkes yeniden böyle bir yarışmanın olduğunu hatırladı, televizyon kanallarının hepsi birden düştü kızımızın peşine, bir süre yeniden Eurovision ile yatar, onunla kalkar olduk.
Sonraki birkaç yılda da kayda değer bir sonuç çıkmadı. 1998 yılında Tüzmen “Unutamazsın” ile, 1999 yılında Tuba Önal, oradan buradan toparlanmış bir şarkı gibi duran “Dön Artık’ ile yarıştı. Sonra da Pınar Ayhan&Grup S.O.S adlı genç bir ekip “Yorgunum Anla” adlı şarkıları ile yarıştı bizim adımıza, sonra da başka genç isimler, başka star’lar. Star çağını Sertab Erener açtı. “Every Way That I Can” her şeyi tamamına erdirdi ve bizi rahatlattı. O da, biz de çok mutluyduk. Sonra Athena, Sibel Tüzün girdi devreye. Bu yıl da Kenan Doğulu… Kolay yolu bulmuştuk; yorulmuyor, zorlanmıyorduk. Birini seçiyor ve bütün yükü onun omuzlarına koyuyorduk: “Git, yaz, yarat, bul, söyle; derece almayı da unutma!” Ama bu değildi ki bu yarışmadan beklenen ya da beklenmesi gereken? Ya da bu olmamalıydı. Bir eleme olmalıydı… Bu eleme yeni ve genç isimlere bir fırsat sunmalıydı; Kendilerini deneme ya da gösterme fırsatı.
Onlarca ‘popstar’ yarışmasının (niyeti ya da amacı bu olmadığı için) göster(e)mediği bir fırsat! Popüler müzik piyasamıza yeni ve genç isimler kazandırmalıydı Eurovision elemeleri. Reklam ve SMS gelirlerine tapınan özel kanalların yapamadığını TRT yapabilmeli ve genç müzisyen ya da yorumculara umut olmalıydı. Ama nerde bizde o akıl!
“Athena git!” diyoruz gidiyor, “Kenan kalk!” diyoruz kalkıyor. Athena, Kenan Doğulu, Sertab Erener ya da Sibel Tüzün bu yarışma olmadan da kendi ayakları üzerinde durabilmiş isimlerdi zaten. Neden bu fırsatı, onları bir parça daha ünlü yapabilmek için harcayalım ki? Yeni ve genç isimlerin yarışmadığı bir Eurovision’un hiçbirimize bir faydası yok ne yazık ki. Her giden birincilikle dönse bile bir faydası yok. Şarkılardır önemli olan, şarkıcılar ya da dereceleri değil!
Ve her yıl, her elemede ne kadar fazla şarkı çıkarsa o kadar iyidir. Keşke bunu unutmasak.
Naim Dilmener tarafından kaleme alınan “Eurovision tarihimiz” adlı bu yazı, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 4. sayısında (Nisan – Mayıs 2007) yer aldı. Yazıda kullanılan görseller, Naim Dilmener’in arşivinden edinildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.