ara
face
Son Yazılar
Yazının DevamıSezar ve Napolyon, turşunun askerleri için cesaret kaynağı olduğunu söylemişler....
Yazının DevamıYapımının hayli zor olması nedeniyle tadı ve kıvamı taklit edilemeyen...
Yazının DevamıBüyükannelerimizi işlerken gördüğümüz ve bir dönem demode bulunarak çeyiz sandıklarında...
Yazının Devamıİlkbaharın habercisi leylekler, özellikle Türkiye’de en sevilen hayvanlardan biri. Öyle...
Yazının DevamıSoğuk kış aylarının sıcacık yemişi… “Kestane kebap yemesi sevap…” Sobanın...
Sezen Aksu: Şarkım kime dokunuyorsa ona aittir
Bazı müzik yazarları, 80’lerde müzikte yaşanan kırılmayı örtülü bir arabeskle atlattığınızı ve günümüz Türk pop müziğindeki artan arabesk katsayısının bundan ileri geldiğini, ‘Sen Ağlama gibi’ ‘saf’ pop şarkılarını artık yapamadığınızı söylüyorlar. Sizce haklılar mı?
Yaptığım müziği ülkemdeki çok kültürlü karışımın bir yansıması olarak görüyorum. Onun taşıdığı renklilik ve çeşitliliğin izlerini görmek mümkün şarkılarımda. Müziğin her türünü kucaklayan bir müzik anlayışım var. Müzik yaşam sürdüğü bölge ya da bölgelerin kültürel örgüsünün dışında kalamayacak kadar yaşama ait bir olgu. Süzgeçimden geçirip, başkalarıyla paylaşmak istediğim ses bu örgü içinde en iyi hangi renkte ifade buluyorsa, ben o rengini kullanıyorum müziğin. Bu anlamda doğruluk payı var gibi görünse de, çok hemfikir olduğum bir görüş değil bu. Eksik bir görüş diyelim ya da. Senfonik orkestrasyona, klüplerde çalınmaya ya da Türk usulü eğlenceye eşlik edebilen farklı renklerde şarkılar söylediğimi ve ürettiğimi düşünüyorum. Ayrıca 80’leri tanımlayan renkler, bugünün renklerinden çok daha farklıydı; farklı renkler eklendi müziğe. Bu müziğin olduğu kadar, kültürel değişimin de bir göstergesi. Müziği bu değişimden bağımsız düşünemeyiz.
Ajda Pekkan ve sizin MTV Türkiye kanalında 30 yaş altına hitap etmediğiniz gerekçesiyle kliplerinizin yayınlanmamasına ne diyorsunuz?
Ben şarkılarımı yaparken böyle bir hedef kitlesi belirlemiyorum. Şarkı benden çıktıktan sonra kime dokunuyorsa ona aittir. Benim için şarkının çıkış anında yaş ya da tarz sınıflandırması söz konusu değil genellikle. Ama her kanal, her kurum tabi ki kendi hedef kitlesini belirleyecektir.
Ben bunu son derece doğal karşılıyorum. Örnek verecek olursak doğrudan Madonna’ya tekabül eden bir tarzım olsaydı, sanırım yurtdışındaki MTV’nin yaptığı gibi istisna olarak repertuvarlarına dahil edebilirlerdi. Burada gereksiz bir hassasiyete gerek yok, bence doğru bir karar.
Bugüne kadar yaptığınız 850’ye varan besteyle en çok beste yapan müzisyenlerdensiniz. Bunun bir rekor olduğunu söyleniyor. Böyle bir seri üretimde çoğu parçanızın hit olmasını nasıl başarıyorsunuz?
Rakam bu seviyelerde değil aslında, 400 civarında; ama tabi bu da az bir rakam değil farkındayım. Bu tamamıyla insanın “diyecek sözü” olmasıyla alakalı sanırım. Yaşamın içindeyim, her insanın yaşadığı şeyleri yaşıyorum, o zaman da insanın diyecek sonsuz sözü oluyor. Hepimiz bu yaşama dair bilgi biriktiriyoruz farkında olarak ya da olmadan. Ben aslında bize ait olan o bilgiyi, yine herkesle paylaşıyorum. “Hit” dediğimiz şey eserin geniş kitlelerce sahiplenilmesi ise eğer, sebebi bundandır. Burada benim şansım, aslında hepimizin hissettiklerini dile getirebilecek bir hediye ile doğmuş olmam.
Eskiden şarkı verdiğiniz kişileri ince eleyip sık dokurken şimdi her isteyene parça verdiğiniz söyleniyor. Bu eleştirilere ne diyorsunuz?
Kimin hangi şarkıyı söyleyip söylememesine karar verecek bir kişi ya da merciinin olmadığına inanıyorum. Dileyen herkes şarkı söyleyebilmeli, bu anlamdaki bir kısıtlama benim sanatçı olmaktan öte, insan olarak yaşam içindeki duruşumla bağdaşmıyor.
Sizce Sezen Aksu Türkiye dışında ne kadar tanınıyor? Yurtdışına dönük özel bir hedef stratejiniz var mı?
Yurtdışı konserlerimde ve yabancı sanatçı dostlarımla yaptığımız ortak çalışmalarda müziğimin yerini bulduğunu, hedefine ulaştığını her zaman hissettim, bu anlamda az tanınma ya da tanınmama gibi bir durum yaşamadım. Niceliği değil, niteliği heyecanlandırdı beni bu çalışmaların. Zaten bunu değiştirmek için özel bir çaba da sarf etmedim şimdiye dek. Ancak sanırım yakın gelecekte yurtdışında gerçekleşecek ve ulaştığı kitlenin öncekilere göre daha geniş olduğu bir iki projenin içinde yer alacağım. Bu projelere de yine, tıpkı öncekiler gibi kreatif anlamda beni heyecanlandıran işler olarak bakıyorum; bir strateji güdüp “yurtdışına açılmak” gibi bir kaygı ile değil.
Önsözünde bir tür “borç ödeme” olarak nitelediğiniz Eksik Şiir adlı kitabınızdan söz eder misiniz? Beklediğiniz geri dönüşü aldınız mı? Bu kitapta, sizin için “eksik” kalan bir şey var mı?
Şarkılarıma söz yazarken, seçtiğim kelimelerin şiirselliğe yakın bir lezzet taşımalarına özen göstermeme rağmen, sözlerimin edebi anlamda şiir olarak nitelendirilemeyeceğinin farkındayım. Bu konuda edebiyatçı dostlardan olumlu şeyler duysam da ve “aslında şiir nedir, ne değildir?” tartışmalarına sebep olsa da, sözlerim şarkıların doğası gereği, şiir olma konusunda fire verebiliyorlar. Adı bu nedenle “eksik”, bunun dışında eksik kalan bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Aksine yıllardır benimle, müziğimle ilişki kuranların büyük nezaket göstererek beni daha yakından tanımak adına sorduğu birçok sorunun da cevabı niteliğinde bu sözler.
Eğer bu gözle bakılırsa, bir arada ve müzikten arınmış çıplak haldeki sözlerin belki de yıllar içinde gözden kaçan birçok detaya cevap oluşturabileceğini söylemek yanlış olmaz.
Türkiye’nin çokkültürlü yapısına, zaman zaman ciddi katkılar veren az sayıda sanatçıdan birisiniz. Bu bağlamda son yıllarda yaşanan gelişmeleri, kültürel iklimimizdeki değişiklikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok kültürlülük renkliliktir. Bunun müziğimde de var olduğundan söz etmiştim. Bu renklerin her birine Türkiye’nin ihtiyacı vardır; baskın renklerin hüküm sürdüğü bir ortam insanın kültürel olarak bir yana dursun, ruhsal zenginliğine gölge düşürür bana göre. Sadece her rengin birbirinin ışıltısına katma değer sağladığı bir renklilik ortamında hak ettiğimiz yaşamları sürebileceğimizi düşünüyorum. Renklere müdahale etmek, kimsenin haddi değildir, olmamalı dır. Edilene de, edenin belli ki cehaletinden kaynaklanan cesaretine de çok üzülüyorum. İklim doğanın bir parçasıdır, müdahale edildiğinde neler yaşanabileceğini de hep birlikte görüyoruz.
MP3, internet… vb gibi terimlerin müzik sektöründe ciddi yapısal zorluklar yarattığı, sektörün oldukça zayıflayarak küçüldüğü söyleniyor. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durumun üretilen müziğin miktar ve kalitesinde önemli kan kaybına denk geleceği tezlerine katılıyor musunuz?
Müziğin insanlarla buluştuğu medyanın farklılaşması olarak değerlendiriyorum sadece. LP’lerden kasetlere, kasetlerden CD’lere olduğu gibi, şimdi de dijital ve sanal ortamlara taşınıyor müzik. Sadece araç değişiyor. Bu anlamda müziğin kalitesine etkisinin olumsuz olacağını sanmıyorum. Bu etki internet ve benzeri küresel iletişim araçlarıyla, olsa olsa zenginleşme yönünde olur diye düşünüyorum.
Türkiye sinemasının son yıllarını ve televizyon dizisi furyasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kimin kendini kime ve neye yakın hissedip, nelerden tatmin olabileceğine karar vermek, dahası bunu dikte ettirmek ne müzikte ne dizilerde ne de benzeri kültürel üretimlerde mümkün. Çok sesliliğin kimseye zararı olamaz, doğal seleksiyon içinde herkes kendisini tanımlayan bir üretimi seçip sahiplenecektir.
Sezen Aksu’yla yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 4. sayısında (Nisan – Mayıs 2007) yer aldı. Esra Okutan tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğrafları Sezen Aksu’dan alındı. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.