bread

Ezginin Günlüğü: 25 yıl kesintisiz müzik

Ezginin Günlüğü tam çeyrek asırlık müzikal geçmişiyle Türk pop müzik tarihinin efsanevi gruplarından biri. “25. yıl, 25 sanatçı, 25 şarkı” sloganıyla çıkardıkları “Çeyrek” adlı albümleri de bronz yıl kapsamında grubun şarkılarıyla büyümüş birkaç nesle küçük bir hediye. Nadir Göktürk, “çeyreği”, “yüz”e tamamlamak istiyoruz diyerek gelecek albümlerin ve konserlerin de müjdesini veriyor.

Müzik gibi dinamik bir endüstri içinde, her gün pıtırak gibi çıkan yorumcu değil, şarkıcı  namzetlerinin yanında ve daha “politik-apolitik” tartışmalarının sürüp gittiği bir sosya-kültürel yapı içinde farkı olan müzikler yaparak 25 yıl dimdik durabilmek cesaret ister, emek ister. Doğrusu biraz da çılgın ve inatçı olmayı gerekir. İşte o çılgın inatçı isim en başından beri grubun içinde yer alan bir isim, Nadir Göktürk. Kuruluşundan on sene sonra dört kişilik çekirdek kadronun üçü gruptan ayrılma kararı verdiklerinde, Nadir Göktürk’ün “yıllarca emek verdik, ben bunu devam ettiririm” diyerek sahiplendiği Ezginin Günlüğü, bugün çeyrek asrı, “Çeyrek” adlı çok özel bir albümle hem kutluyor hem de bu mutluluğu hayranlarıyla paylaşıyor.

Dünden bugüne Ezginin Günlüğü’nü, “Çeyrek” albümünün ortaya çıkış hikayesini, müzik piyasasındaki olup bitenleri Nadir Göktürk’la konuştuk.

Ezginin Günlüğü, gerçekten bir günlük oldu ve Türkiye’nin son 25 beş yılını takip etti.  Etkiledi, etkilendi. Önce biraz başlara gidelim ve kronolojik anlamda grup isminin nasıl ortaya çıktığını konuşalım.

Grubun ismini Arsen Yılmaz’ın bir şiirinden aldık. Şiirde “ezginin günlüğü” ifadesi geçiyordu. Sadece kelime olarak hoşumuza gittiği için değil, günlük tutma içeriğinin de grubun çizgisiyle örtüşeceğini düşündük. Gerçi o zaman 25 seneyi bulacağımızı tahmin etmiyorduk. Şimdi baktığımızda günlük epey bir kalın oldu, neredeyse on yıllıklara dönüştü.

Grubun tarihine baktığımızda iki dönemden söz etmek mümkün. 90’lara kadar ki dönem ve daha sonra grubun tekrar yapılandığı ikinci bir dönem. Siz bu ayrımı doğru buluyor musunuz?

Ben grubun dinleyicisi değil, bir üyesi olduğum için böyle bir ayrım yapmıyorum. Benim için baştan beri “Ezginin Günlüğü”. Ama şöyle yorumlamak mümkün: Grubun kurulmasına ön ayak olan kişi Emin İgüz. Emin, Galatasaray Lisesi’nde okumuş. Hakan Yılmaz’la birlikte lisede müzik çalışmaları yapıyorlarmış. Ruhi Su hocanın Dostlar Korosu’nda ve Musiki Kültür Derneği’nde çalışmışlar. Bir anlamda grup fikrinin nüvesi bu zamanlarda atılmış. Emin, Belediye Konservatuarı Şan Bölümü’nde okuyordu, sonra Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’na geldi. Ben de aynı okulda Türk Müziği okuyordum. Bu sayede tanıştık. Şebnem de bu ilk gruptaydı. O da şan eğitimi görüyordu. İlk ekipte her üçümüzün de akademide eğitim görmemizden ötürü “akademik müzik yapıyorlar” eleştirisine maruz kaldık. Aldığımız eğitim gereği doğal olarak farklı bir icra tarzımız ve müzik anlayışımız vardı. Ruhi Su’nun açtığı yolda türküleri seslendirme şeklinde bir anlayıştı bu. Türkülere biraz şehirli bir yorum katıyor, farklı bir duyarlılıkla yorumluyorduk. Bunun yanında şiirleri de müziklerin içine yedirdik. Düzenlemelerimiz daha farklıydı. Her ne kadar stüdyo orkestrasıyla yapsak da sanki arkamızda bir senfoni orkestrası varmış gibi hayal ederek şarkıları hazırlıyorduk. Tabii ne derece başarılı olduk bilmiyorum ama şimdiyle kıyaslandığında bütün bunların getirdiği bir farklılık vardır.

İlk dönemde kaç albüm yaptınız?

İlk dönemde beş albüm yaptık. “Seni Düşünmek” (1985), Azeri türkülerin yer aldığı “Ala Gözlü Yar” (1987), “Sabah Türküsü” (1986), “Bahçedeki Sandal” (1988) ve “Ölüdeniz” (1990). 80’lerin sonunda Azeri türküler çok popülerdi, fazla istek alıyordu. Solistimiz Hakan Yılmaz da Karslı olduğu için Azeri parçaları gerçekten iyi söylüyordu. Yaptığımız işler içinde en popüleriydi. “Sabah Türküsü”nde türkü formlarından uzaklaşma amacıyla yaptık. “Bahçedeki Sandal” ve Ölü Deniz albümlerinde daha farklı bir anlayış içine girdik. Orkestrasyonlar bu iki albümde biraz daha farklıdır.

80’ler Türkiye’de her alanda daha muhalif bir duruşun yaşandığı yıllar. O dönem yaptığınız müziğe baktığımızda söze dayalı bir muhalefet olmasa bile grup sürecinde sürüklenen Ruhi Su kanalını geliştirme çabası aslında bir muhalif duruş. Dinleyici de bu şekilde algılayarak sizinle buluştu muhtemel.

12 Eylül ortamı, baskıların çok yoğun olduğu bir dönemdi. Birçok müzisyene yasak getirildi, bir kısmı yurtdışına çıktı. Ezginin Günlüğü’nün 70’li yıllardan çağrışımları olmadığı için o dönem yeni bir grup olarak algılandık ve çok baskılar olmasına rağmen müzik yapabildik. Bizim tavrımız da hep farklı anlamlar kazanarak algılandı yani Ezginin Günlüğü’nün 80’li yıllarda öyle bir fonksiyonu oldu. Ondan sonra politik kesimler tarafından apolitik kategorisine konulduk.

Ne gibi zorluklar yaşadınız o yıllarda?

Örneğin konserlere polisler de geliyordu. Sahnedeyiz, türkü söylüyoruz, Mevlana’nın şiirini okuyoruz, polisler sahnenin yanına gelir ve şarkı sözlerini isterlerdi. Ben de o zaman “arada vereyim” derdim.

Müziğiniz politik bir boyutu var, gerçi politikacılar sizi başka bir kategoride değerlendirdi ama tavır da, o politik dozaj da hiç değişmedi.

Benim kafamda dünyaya bakış olarak ne varsa, yaptığımız müzikte de o vardı. Politik müzik yaptığınızda müziğin içinde politik hedef de göstermeniz lazım. Politika öyle bir şey ki partini desteklemen, onun için oy talep etmen, yönlendirmen gerek. Özet olarak, biz politik müzik yapmıyoruz ama apolitik değiliz. Yaptığımız işte de politikayı yok sayan bir yaklaşım içinde değiliz. Hiçbir zaman olmadık, bugün de değiliz.

Solcu bir grupsunuz ama solculuğunuzla ön plana çıkaran bir grup değilsiniz.

Solculuğumuz aslında ironik. Çünkü sağcılar bizi solcu gibi görüyor, solcular da sağcı gibi. Bizim solcu olmak gibi bir iddiamız hiçbir zaman olmadı. Müzik işlerinde böyle fikirlere yaslanmak iyi değildir. Biz özellikle de bundan kaçtık. Mesela 80’li yıllarda türküleri çok sesli yorumluyorduk sonra türkülerden uzaklaştık. Çünkü 1990’da özel kanalların açılmasıyla birlikte türkülerin satışı adeta patladı. Herkes türkü yapmaya başladı. Biz de bu dönemde türküleri bıraktık. Çünkü türküleri idari bir malzeme gibi kullanılmaya başlandılar. En azından ben öyle algıladım. Kıyısından köşesinden de böyle bir akımın içinde yer almak istemedik.

İlk dönem nasıl ve neden kapandı? Son iki albüm daha öncekilerden müzikal anlamda da biraz farklı. Bunlar aslında bir geçiş ya da değişiklik işareti miydi?

Ezginin Günlüğü’nün dinleyici profili özellikle 90’lara doğru değişmeler gösterdi. Daha doğrusu birtakım dinleyici başka tercihlere yöneldi. Türkiye’deki müzik ortamı da faklılaştı. Ben de müzikle ilgili ama grup dışı birtakım farklı meşguliyetler içine girdim ve ayrılmak istediğimi söyledim. Aramızda hiçbir kavga dövüş yoktu. Müziğe farklı bir bakış gibi gerekçelerimiz de söz konusu değildi. Dört kişiden oluşan çekirdek kadroda ben, Emin, Tanju ve Cüneyt Duru vardı. Emin birkaç senedir kendince nedenlerden ötürü gruptan ayrılmak istediğini söylüyordu. Biz onu, şu konser de geçsin, bu da geçsin diyerek hep erteliyorduk. O da bizi idare ediyordu. Emin öyle olunca Tanju ve ben de ayrıldık. Cüneyt de “Eğer konser yapmayıp, sadece albüm yapacaksak kalayım yoksa ben de ayrılayım” dedi. Grubun tümüyle dağılması gündeme geldi. O zaman ben “Bu grubu kaç yıldır devam ettiriyoruz, ben sürdürebilirsem sürdürürüm” dedim. Sonuçta Ezginin Günlüğü’nün belli bir tarzı, tavrı ve dünyaya bakışı var. Öylece karar verdik. Hatta basından arkadaşlar da toplantının bitmesini ve  vereceğimiz kararı heyecanla dışarıda bekliyorlardı.

1990 yılı sonlarında daha önceki albümlerde birlikte çalıştığımız saksofoncu Fatih ve bir iki arkadaşla konuşup meydana getirdiğimiz grupla 1991 senesinde Almanya’ya turneye gittik. Hüsnü Arkan da o sıralarda yurtdışındaydı. Tanıştığımızda dönmekten söz ediyordu. Hüsnü’nün de katılmasıyla yeni bir grup oluşturduk. Ben de kendi adıma bu yeni oluşumun yürüyebileceğine karar verdim. Ondan sonra Ezginin Günlüğü için yeni bir sayfa açılmış oldu. Şimdi o sayfanın üzerinden de bir 17 yıl geçmiş.

Grup elemanları epey değişti, 17 kişi saydık biz.

Daha fazla olmalı. 1982 yılında ilk sahneye çıktığımızda 10 kişiydik. Ertesi yıl, o on kişiden üç-dört kişi kaldı, diğerleri değişti. 1990’a kadar dört-beş davulcu değiştirdik. Neticede kanın uyuşması lazım. Ancak şimdi baktığımızda gruba en yeni katılan kişi beş-altı yıllık. 25 sene içinde bu kadar değişiklik doğal.

25 yıldır bir müzik grubunu ayakta tutmak gerçekten Türkiye koşullarında çok alışık olmadığımız bir durum.

25 yıl kesintisiz biçimde müzik. Hiç ara da vermedik, mola da. 1990 yılında “Ölüdeniz” albümünü çıkardık sonra kadro değişikliği oldu, 1991’de Almanya’ya turne yaptık. Bir yandan yeniden oluşum süreciydi ama öte yandan da çalışmalarımızı devam ettiriyorduk.

Grubun bu kadar uzun soluklu olmasının sebebi nedir sizce?

İnsanların bir arada uyumlu çalışmaları diyebilirim. Kuşak olarak birlikte çalışmaya  yatkınlığımız var gibiydi.10 yılı bir kuşak gibi düşündüğümüzde 25 sene bir nesil gibi. Bir insan düşünün, 20 ile 30 yaşlarıyla 30-40’lı yaşları arasında dünyaya bakışı, davranışları çok farklıdır. Mesela benim gördüğüm kadarıyla  20-30 arasında insanlar çoğunlukla suskundurlar. Yaşarlar, dinlerler ama konuşmazlar. 30-40 arasında da konuşamadıkları zamanın acısını çıkarırcasına çok konuşmaya başlarlar. 40-50 yaş arasında ise nasihat verme dönemidir.

Zorlukları da olmuştur muhakkak.

Bizim yaptığımız işle en çok sahip çıktığımız kavram gruptur. Samimi ve art niyeti olmayan bir iş yapıyoruz. Bundan vazgeçmenin de bir manası yok. İsmiyle bir grubu sürdürüyorsunuz unutmayın ki ismin de kendine göre bir bağlayıcılığı var. O sizi hem kontrol ediyor hem de yol gösteriyor. Olumsuz tarafları da var. Bazı şeyleri yapmakta o kadar özgür olamayabilirsiniz. “Dinleyiciler ne der?” diye düşünüyorsunuz tabii. Bir de bizim dinleyicimiz hakikaten çok farklı, her şeyi sonuna kadar eleştiriyorlar. O anlamda da işimiz zor. Mesela hiç unutmuyorum, yıllar önce, Konak Tiyatrosu’nda konser verdik. Bir şarkımızda “erkekçelik” diye bir kelime kullanıyoruz, dinleyiciden tepki geldi, “erkekçelik” ne demektir diye. Gerçi ben bu tip eleştirilere katılmıyorum ama her konuda ısrarla eleştiriliyoruz.

İlk dönemi akademik bir dönem, ikinci dönem ise daha popüler diye tarif etmek mümkün mü? Bu terimler oturuyor mu?

Akademik müzik olarak algılanmamızın temeli konservatuar kökenli olmamıza dayanıyor. Şan eğitimi almış kişilerin şarkı söylemesi de daha farklı oluyor. Bizim o dönem orkestrasyon anlayışımızda da farklılıklar vardı. 1990’larda açılan özel kanallardan sonra Türkiye’de müzik sektörü de değişti. Televizyonlarda klipler yeni yeni oynatılıyordu. Ben de bu dönemde Nesli Çölgeçen’in “İmdat ile Zarife” adlı filmine müzik yaptım. Filimden yola çıkarak Nesli de bize bir klip yaptı. Bu anlamda ilk örneklerden biriydi. Biz de televizyon programlarına çıkmaya başladık. 1995 yılında “Düşler Sokağı” klibi bizim geniş kitleler tarafından tanınmamızı sağladı. Ciddi bir popülarite getirdi. Bu döneme kadar daha çok üniversiteliler tarafından tanınan bir grupken artık bindiğimiz otobüsün şoförü bile bizi tanır olmuştu. Müzik sektörünün dinamikleri böyleydi. Televizyona çıkmaz, klip yapmazsanız albümünüz satmazdı. Sonra da hiçbir yapımcı size albüm yapmazdı. Ancak çok meraklısına hitap eden bir şey haline gelebilirdiniz ki o da bizim gibi bir grubun varlığını sürdürmesini sağlamazdı.

Bu çarpık sistemin Ezginin Günlüğü’ne nasıl bir etkisi var?

Mutlaka  bir etkisi var. Ama biz onu mümkün olduğu kadar kendimize yabancılaşmayacak bir düzeyde tutmaya çalıştık. Dinleyiciyi de kendi gerçeklerimize alıştırmaya çalıştık. Ödün vermemek mümkün değil, ama onu kendi kabul edebileceğimiz sınırlar içinde yapmaya çalıştık.

Bir söyleşinizde “mevcut kalıpların dışında durmak gibi bir ifadeniz var. Artık bugün az çok böyle bir tanımın içindesiniz, değil mi?

25 yıllık bir grup olmamızın getirdiği avantajlar var. Müzik sektörüne yeni girenlerin çoğu hayal ettiklerini gerçekleştiremiyorlar. Onlara “Tamam siz yakışıklı ve güzelsiniz ama bugün şunları söyleyin, bir dahaki kasete sizin istediklerinizi yaparız” diyebilen ve Unkapanı tarafından belirlenen bir pop müzik formatı var. Üstelik bunu son yıllarda dünya üzerinden örneklerden yola çıkarak, çok bilinçli yapmaya başladılar. Biz müzikte hep kendi istediğimizi yaptık. Yapımcımız bu anlamda hiç karışmaz, karışamaz. Şimdiye kadar böyle oldu zaten aksi halde bizim olmayacağımızı çok iyi biliyorlar.

Peki piyasada gelişen trendleri içinize sindiği ölçüde mi alıyorsunuz?

Bazı müzikal tutumların moda olduğunu görüyoruz. Moda ne demek, bu sene var, gelecek sene yok. Onu da müziğimizin içine koymanın manası yok. Çünkü o zaman kendi kendimizi baltalamış oluruz.

İkinci dönemde sözlerde de bir ön plana çıkış var.

Türkülerden sonra bence grup olarak yaşadığımız en önemli değişiklik bizim şarkı sözlerimizi yazmaya başlamamızdır. Türküler dışında şiirleri kullanıyorduk sonra Hüsnü yazdı, ardından da ben yazdım. Çok ortak şarkımız oldu. Çoğunlukla müzikler benim sözler Hüsnü’nün oluyor. Birbirimize katkıda da bulunuyoruz. Kasette ise yiğidin hakkını yiğide teslim ediyoruz.

Bu da aslında türkü döneminden sonra büyük bir soluk verdi size.

Müzikte sözleri yazmak rahatlık çünkü şiirleri değiştirmek mümkün değil ama kendi yazdığınızla oynayabiliyorsunuz. Şiirde yerine oturan, müzik dilinde fazla olabiliyor. Tek bir kelime müzikle beraber yetebiliyor. En ideali ikisinin bir arada olmasıdır.

Son albümlerde söz ve müziğe baktığımızda Hüsnü ve Nadir ismi geçiyor genellikle. Burada sanki şöyle bir manzara ortaya çıkıyor. Hüsnü ve Nadir albümün müzik soundunu belirliyor. Böyle mi gerçekten? Diğer arkadaşların kayıttaki katkıları nedir?

Kayda girmeden gruptakiler birçok fikir verebiliyor. Parçanın trafiğini değiştirebiliyoruz. Bir de sunum aşamasında katkıları oluyor tabii. Her insan kendi birikimini getirdiği için grup da bütün bunların bileşkesi oluyor. Bizim grubumuz hiçbir zaman bir iki kişi vardır, diğerleri de çalıyordur hesabıyla müzik yapmadı.

25. yılınız sebebiyle 29 Ağustos’ta Divan Kuruçeşme’de bir konser verdiniz. “Çeyrek”  albüm fikri nasıl oluştu?

Davulcumuz ve menajerimiz olan Gökhan, grupla ilgili kafa yoran bir isim. Her iki alanda da işinin ehli. Geçen sene “25’e doğru” temasıyla Yeni Melek’te bir konser yaptık. Bir iki arkadaş da dışardan bizim parçaları farklı söyleyelim demişler. Feridun Düzağaç, Haluk Levent, Rahmetli Barış, Işın Karaca gibi isimler vardı o gecede. Sonra bunu bir albüm yapalım fikri doğru. Kimlerin söyleyeceğini Gökhan ve Burhan Şeşen belirledi. Burhan bu albüme çok emek verdi. 25 sanatçıdan söz ediyoruz ki bunların her biri kendi başına albümler çıkarıyor, konserler veriyor. Tüm bunları onları organize etmek zor bir iş. Herkes kendi yorumuyla parçaları kaydetti ve beş kuruş dahi talep etmediler.

O şarkıları ilk dinlerken böyle de söylenebiliyormuş diye yadırgadınız mı?

Herkes kendi gibi söylemiş, değişiklikler de yapmışlar. İlk dinleyişte biraz yadırgıyor insan.

Önümüzdeki dönemde neler var?

Albümün ismini “Çeyrek” dedik. “Yüz”e tamamlamayı düşünüyoruz. 2005’te “Biz Dargın mıyız?” albümünü çıkartmıştık. Normalde bu sene bir albüm yapmamız gerekiyordu. “Çeyrek”le çakışmasın diye onu erteledik. Önümüzde malzemesi hazır böyle bir albüm var.

Ne zamandan beri MESAM’a üyesiniz?

Üye olalı sekiz yıl oldu. Biraz geç üye oldum. MESAM gibi bir meslek örgütünün olması iyi ama birden fazla meslek örgütünün olması da kötü. Türkiye’de telif kavramının henüz yeterince anlaşılamadığı bir gerçek. MESAM bu alanda bilinç yaratmaya çalıştığı için zor bir işi üstleniyor. Ne derece başarılılar bilmiyorum ama hayat tecrübelerimden dolayı bu alanda tek bir meslek örgütünün olması gerektiğini biliyorum.

MESAM öncesi ve sonrasında bir fark oldu mu hayatınızda?

MESAM’a üye olmadan önce telifle ilgili maddi olarak çok büyük kaybım oldu. Türkiye telif konusunda geleneği olmayan bir ülke olduğu için MESAM’ın bu konuda işi gerçekten zor. MESAM vereceği hukuk mücadelesiyle hem kanunlarda müzisyenlerin haklarının korunmasını hem de varolan kanunların uygulanmasını sağlamayı ilk görev edinmeli. Çünkü bireysel manada biz sanatçıların bunu tek başımıza yapmamız, yapsak bile sonuç elde etmemiz pek mümkün değil. Telif konusunda yönteminin doğru tespit edilip ekiplerin oluşturulması ve kontrol mekanizmasının kurulması gerekiyor. MESAM’da telif konusuyla ilgili şöyle bir tavır seziyorum: Telifi tüketicinin ahlakına bırakmak. Oysa yalnız tüketiciye “korsan mal almayın” gibi bir çağrıyla bu iş çözülemez. İnsanlar daha ekonomik buldukları için korsan almaya devam edebilirler. Önemli olan korsan satan dükkanların önüne geçmek. Bu tavrın kurumsallaşmasının zaman alacağını biliyorum.

Sanatçı duygusal bakabilir, ama bunu bir kurum takip ederse durum değişir. En azından sanatçı MESAM’a telifle ilgili bir kayıt dışılığı bildirdiğinde bunu takip edebilecek güçte ve donanımda olması lazım. Üstelik telif hakları özel bir konu. Her avukatın uzmanlığı değil. Bu yüzden MESAM’ın ciddi bir hukuk bürosu açması ve bu alanda uzmanlaşmış avukatlarla  hem kanunları uygulaması hem de eksiklikler varsa onları tespit etmesi gerekiyor. Telifte bireysel mücadele cılız kalıyor, becerilemiyor. Ayrıca sanatçılar boykotla karşı karşıya kalabiliyor. Bu da caydırıcı bir rol oynuyor. Halbuki MESAM gibi bir kurum karşılarına çıksa durum daha farklı olur. Öyle meclisin kapısına gittik falanlarla da olmaz. Çeşitli siyasi partilerde telifin propagandasını yapması ve kavramı yerleşik hale getirmesi lazım.

Türkiye müzikte nasıl son dönemlerde? Sizin dışınızda müzik ortamı nasıl okuyorsunuz?

Ben bilimsel değil ama sosyolojik olarak bakıyorum. Oturmayan bir kentlilik kavramı ve hızlı artan kent nüfusu karşısında kitlelerin ihtiyacına bir tek arabeskin cevap verebildiğini düşünüyorum. Yani bizim yerleşik müziğimiz arabesk bence. Sosyal anlamda en geniş tabana hitap ediyor ve tam o kültüre cevap veriyor. Gerçi delikanlı arabesk de kalmadı ya. Orhan Gencebay’ın yaptığı gibi arabesk şimdi yok.

Şimdilerde bir tane parça yakaladılar mı bütün yaz onu döndürüyorlar.

Yapımcılar eskiden daha çok iş yapardı şimdi daha az yapıyor, çünkü maliyetler arttı. Parça sayısı o yüzden azaldı Sektörün bunalımıyla ilgili bir durum bu. Ben açıkçası gittikçe bu trendin ortadan kalkacağını, daha kaliteli işlerin geleceğini, popüler tarzda bir iki ismin varlığını sürdüreceğini ve diğerlerinin eleneceğini sanıyorum. İyi ya da farklı müzik yapanlar ile farkı olan müzikler dinleyici bulabilecek. İyimserlik olacak belki ama ben gelecek on yılda müziğin kalitesinin yükseleceğini tahmine diyorum. Pop müzikte hem içerik hem de teknik olarak daha iyi müzikler yapılacak. Şu anda müzikal anlamda son teknolojiye sahibiz ama bunu hakkıyla kullanabilecek insan yok. Malzeme değil, insan kaynağı eksik olan.

Ezginin Günlüğü’yle yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 6. sayısında (Eylül – Ekim 2007) yer aldı. Söyleşi, Taner Koçak ve Önder Kızılkaya tarafından yapıldı. Röportaj fotoğrafları Sinan Kesgin tarafından çekildi. Diğer görseller Ezginin Günlüğü arşivinden edinildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.