bread

Görgün Taner: Hem öncü hem okul konumundayız…

İstanbul Kültür Sanat Vakfı Genel Müdürü Görgün Taner’le İKSV’nin 35 yılını ve canlı müziğin geleceğini konuştuk…

İKSV bu yıl 35. yaşını kutluyor. Sinema, Müzik, Caz Festivallerini geride bıraktık. Bu yılın 35. yıl kutlamalarına yakışan en önemli anları /etkinlikleri sizce hangileriydi?

İKSV 1973 senesinde kurulduğunda, ilk etkinliği ‘İstanbul Festivali’ adı altında Haziran, Temmuz aylarına yayılan bir festivaldi düzenlemek olmuştu. Daha sonra 1983 yılında ‘Film Festivali’ devreye girdi. 1987 senesinde de ‘I. İstanbul Bienali’ yapıldı. Yıllar içersinde ‘Tiyatro Festivali’, 1994 senesinde de ‘Caz Festivali’ ayrı olarak düzenlenmeye başladı. Böylece, ağırlıklı olarak beş festival ve bunun yanı sıra birçok başka etkinlikler yapan bir kurum olarak günümüze geldik. Bu sene içerisinde 35. yılın en çok vurgulandığı an amiral gemisi olarak adlandırdığımız ‘İstanbul Müzik Festivali’nin açılış töreniydi. Çok ünlü ve genç sanatçılar ‘Özel İstanbul 35. Yıl Kutlama Topluluğu’ adı altında çeşitli eserler seslendirdiler. Bunun dışında Maurica Bejart grubu da ‘Mevlana Yılı’ nedeniyle ‘Rumi’ adlı eserle 35. yıla damgasını vurdu. Film ve Müzik Festivalleri de program zenginliğiyle bu sene öne çıktı. Diğer yandan İstanbul Bienal’in de 10. senesi. Bu seneki etkinliklerin doluluk oranlarına bakarsanız % 94 dolaylarındaydı. Böylece İKSV yaptığı bütün etkinliklerle 35. yılını kutlamış oldu. Sene sonuna doğru ise sembolik bir akşam yapmayı düşünüyoruz.

İKSV’nin sizce Türkiye’nin kültür sanat hayatındaki yeri nedir?

İKSV kurulduğundan bu yana tüm dünyadaki sanat etkinliklerini İstanbul’a getiren ve burada izleyici ile buluşturan en önemli platform ve kültür sanat örgütlenmesi olmuştur. İkinci olarak da hep öncü ve bir okul görevini üstlenmiştir. Bugün çoğumuz önemli bir konser veya filme referans vererek ‘Bir sene şunu seyretmiştik’ dediğimizde üç veya dört etkinlikten muhakkak üç tanesi İKSV’nin yaptığı bir kültür sanat faaliyeti olarak öne çıkıyor. Hem böyle bir hakimiyet var hem de genç kültür operatörlerine kucak açma, yer açma ve onlar için okul mahiyeti görme durumu var.

Bir vakıf bünyesinde çalışmanın avantaj ve dezavantajları nedir? (Örneğin bir organizasyon şirketiyle karşılaştırınca)

Bir kültür kurumu olarak kar amacı gütmediğimiz için eninde sonunda sene başı ve sene sonundaki bütçeleri denkleştirmeye çalışıyoruz. Yani para kazanma niyetimiz yok. Zaten, öyle bir şey olsa Tiyatro Festivali ile İstanbul Bienali’ni gerçekleştiremezdik. Ticari açıdan hiç de anlamlı olmayan bir takım grupları hem Müzik Festivali’ne hem Caz Festivali’ne getiriyoruz. Çünkü onlar da bu tür müziğin öncüleri ve kendi ülkelerinde vakıflar, yerel yönetimlerin kaynakları ve çeşitli fonlardan yararlanarak müzik konusunda yenilikler yapıyorlar. Bu gruplar popüler olamayacağı için desteklenmesi lazım, biz de bu görevi yapıyoruz. Bu anlamda vakıf bünyesinde çalışmanın ben bir dezavantajını görmüyorum.

Son yıllarda sanat yönetmenliği bir meslek olarak gençlerin ilgisini çekmeye başladı. Bazı üniversitelerde art management bölümleri açıldı. Bu Türkiye’de geleceği olan bir meslek mi sizce? Bu eğitimi alan gençlere deneyim kazanmada İKSV ne ölçüde iş alanı sunabiliyor?

Ben aynı zamanda Bilgi Üniversitesi’nde Kültür Yönetimi bölümünde ders veriyorum. Burada çalışan birçok arkadaşımız da, bu alanda ders veriyor. Biz bu şekilde bilgi birikimimizi ve deneyimlerimizi bizden sonraki kuşağa belirli bir eğitim disiplini içerisinde aktarmanın peşindeyiz. 1 Ekim 2008’de kendi yerimiz olan Deniz Palas’a geçtiğimizde bazı eğitim programları yapmayı da planlıyoruz. Sanat yöneticiliği Türkiye’de geleceği olan bir meslek çünkü kültür ve sanat alanındaki çalışmalar ve yaratıcılık alanındaki çalışmalar bundan sonra günümüz dünyasındaki dengeleri önemli ölçüde değiştirecek diye düşünüyorum. Hem ilişkileri hem de bu yaratıcılığı yönetebiliyor olmak lazım. Bunu yolu da bu kültür yönetimi bölümlerinden geçiyor.

Daha önceleri İKSV’de Caz Festivali direktörlüğü yaptınız. Genel Müdürlük, işin yaratıcı ve daha eğlenceli kısmından uzaklaştırdı mı sizi?

Evet… (Gülüşmeler).

Caz, favori müzik türünüz mü? Başka hangi türlerle ilgilisiniz? Neler dinliyorsunuz?

Caz, favori müzik türlerimden biri. 70’li yıllar ve ondan sonraki dönemde özellikle rock müziği çok dinledim. Miles Davis’le başlayan caz müziğini bilirim ve dinlerim. Onun haricinde biraz da klasik dinliyorum.

Türkiye’de, yerli pop müziğin diğer müziklere göre (etnik ve yabancı vs) daha çok dinlenmesi müzik ve caz festivaline ilgiyi azaltan bir unsur mu? Önceki yıllarla karşılaştırınca nasıl bir değerlendirme ortaya çıkıyor?

Satılan CD, kaset veya plaklardaki, yabancı albüm yüzdesi % 6 civarında. Çok düşük bir yüzde. Ama canlı müziğe vurulduğunda bu oran tam tersi. Türkçe pop daha çok evde dinlenilen bir müzik. Yabancı müzik ise evin yanı sıra canlı müzik ortamında, konserlerde, çeşitli mekanlarda dinlenilen bir müzik olarak ortaya çıkıyor. Türkiye’de rock ve benzeri müzik yapacak müzisyenlere bir platform oluşturmamız lazım. Dört- beş sene önce üretim çok daha azdı. Şimdi fazlalaştı. Ancak hep benzer gruplar çıkıyor. Burada yapılacak tek şey, bu müzik türlerinin çeşitliliğinin, canlı müzik piyasasına da yansıyor olması. Bizde bir müzik türünden birçok festival aynı anda çıkıyor. Bu pazarda o türe bu kadar talep yok. Diğer türler de olmalı, mesela dünya müziğinden metal müziğine kadar. Artistik anlamda değişik içerik barındıran festivaller yapılabilmeli. Bir de bu festivallerin çoğu belirli bir yaş grubuna hitap ediyor. Ve tabii belirli bir altyapı sıkıntısı da var. İstanbul’da rahat konser yapılabilecek salonlar yok.

Diğer yandan bütün dünyada canlı müzik başka türlü bir endüstriye dönüştü. Müzik dinlediğiniz yerde bir şeyler yiyip içip, o sanatçının tişörtünü ve bunun gibi eşantiyonları satın alıyorsunuz. Bu toplu halde bir endüstri ve sizin aylık veya yıllık kazancınızdan oraya bir pay ayırabiliyor olmanız lazım. Bütün dünyada bu denge şöyledir: bir konserin %60 – 65’i konser biletlerinden geri kalan % 30 – 35 ise merchandising’den kazanılır. Sponsorluk çok düşük, % 10 – 15’tir. Bizde ise bir konserin geliri % 60 – 65 dolayında sponsorluktan karşılanıyor. Bilet geliri zaten % 10 – 15 dolayında kalıyor. Merchandising ve yeme içme de bizde çok az. Salonlarımız buna müsait değil. Bu yüzden de sponsor bulabilecek şekilde içeriğinizi planlamak zorunda kalıyorsunuz. Popüler şeyler de her zaman güzel müzik olmayabiliyor.

Kültür sanat aktiviteleri günümüzde gittikçe bireyselleşiyor. İnsanların İpodlarla istediği an, istediği yerde, istediği müziği dinleyebilmesi veya evde dilediği dvd’yi seyretmesi toplu katılımla gerçekleşen müzik festivallerine, sinema festivallerine ilgiyi azaltıyor mu?

Hayır. Şundan azaltmıyor. Bu, neresinden bakarsanız bakın belirli bir ürünün tüketilmesi için bir rekabet ortamıdır. Diğer anlamda da bu kültür sanat etkinlikleri sosyalleşme ihtiyacını da bir şekilde gidermeye yarar. Festivallerde müzikle tanımlanan bu süre daha uzar. Seyretmek için geldiğiniz gruptan önce başkaları da çıkar. Farklı standlarda zaman geçirirsiniz. Artık bence bu ortam yaratılıyor. Festivallere biraz da orada olmak için gidilir. Biliyorsunuz yurtdışında birçok festivalde daha katılacak isimler anons edilmeden biletler tükeniyor. Birçok kişi sadece orada olmak adına gidiyor. Bunların hepsi bir deneyim ve sizin entelektüel boyutunuza da bir katkı diye düşünüyorum.

Müzik ve caz festivallerine katılacak sanatçılar belirlenirken ne gibi kıstaslar bulunuyor? Yerli sanatçı kotanız var mı?

Yerli sanatçı kotamız yok. Ama bizden sanatçıların sahnede olmasına çok özen gösteriyoruz. Burada çalışan arkadaşlarımız festivallere katılacak sanatçıları belirlerken, yurtiçi ve yurtdışındaki önemli konser ve etkinlikleri izliyorlar. Ve belirli bir program oluşturduktan sonra da festivalin danışma kurulunda tartışılıp nihai karara varılıyor.

Türkiye’de canlı performanslardan telif ödenmesi çok oturmuş bir düzenleme değil. İKSV’nin bu konudaki yaklaşımı, duyarlılıkları nedir?

Biz MESAM’la ilk anlaşma imzalayan kurumuz sanıyorum. Ama bu alanda çok önemli sıkıntılarımız var. Bunlardan başlıcası da sadece ülkemize özgü şekilde telif haklarının iki ayrı kuruluş tarafından temsil edilmesi durumu.

Artık ortak lisanslama yapılıyor ayrı değiller…

Hiç emin değilim. Daha sene başında bununla ilgili bir sıkıntı yaşadık. Bu sıkıntıları hala çözebilmiş değiliz. Bu kurumların tek bir çatı altında toplanması lazım. Telifle ilgili kanunların da çıkarılmasının yanı sıra bu kültürün oturması, korsanın muhakkak önlenmesi gerekiyor. Korsanın önlenmesi için de Türkiye’ye uygun bir fiyat politikası izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu direkt olarak MESAM’ın işi değil belki ama aynı zamanda bu kampanyanın ve bu kültürün oturmasının öncülüğünü yapacak bir kurum MESAM.

Sizin kariyerinize dönersek; ODTÜ İşletme’den sonra Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’ne geçtiniz. İKSV’de çalışmaya öğrenciyken başladınız. Nasıl oldu bu başlangıç?

1983 senesinde burada rehberlik yapan bir arkadaşım beni de çağırdı. O zaman da 1. Film Festivali yapılacaktı. Film Festivali’nin ilk direktörü olan Hülya Hn (Uçansu) bu festivalde çalışmamı önerdi ben de kabul ettim. İlk Film Festivali’nde dört kişi çalıştık. Hülya hanım, Haldun diye bir arkadaşımız, Halil Çün (Akyatırım’ın Genel Müdürlüğü’nü yaptı) ve ben. Ben Kent Sineması koordinatörüydüm, Halil Emek Sineması’nın koordinatörüydü. İki koordinatör iki genel müdürlük çıkardı. Ben tam anlamıyla alaylıyım. Buradaki bütün etkinliklerde çalışmışlığım var. 1994’de Caz Festivali direktörlüğüne getirildim. 11 sene sonra genel müdür oldum. Bu 4. senem.

Yurtdışındaki festivalleri hala takip edebiliyor musunuz?

Bazılarına gidiyorum. İKSV 2004 senesinde yurtdışında bazı etkinlikler başlattı. ‘Şimdi Now!’ adındaki bu etkinliklerin ilkini 2004’de Berlin’de yaptıktan sonra Amsterdam, Rotterdam, Stutgart, Brüksel gibi kentlerde de gerçekleştirdik. 2008’de Madrid ve Viyana’da, 2009’da da Fransa’da ‘Şimdi / Now!’ yapılacak. 2009 yılı Fransa’da ‘Türkiye Sezonu ilan edildi. Bütün sorumluluğu İKSV olarak biz üstlenmiş durumdayız. Onun için benim seyahatlerim de daha çok buralara yönelik. Eskiden olduğu gibi New Orleans Caz Festivali’ne, Montreux’ye gidemiyorum. Ama endüstrinin bütün öğelerinin bir arada olduğu meşhur ‘ILMC’ (International Live Music Conference) diye bir fuar vardır. Her sene Mart ayının ikinci haftası yapılır. Ona mutlaka katılıyorum. Çünkü dünyada bu endüstrinin nereye gittiğini görmek için en uygun yer orası. Bütün biletleme firmalarından PRS (Performing Right Society) kurumlarına kadar herkes orada ve canlı müzikte ne gelişmeler var, trendler nereye gidiyor görüyorsunuz.

Nereye gidiyor peki?

Canlı müzik piyasası bundan 8 – 10 yıl önce krizdeydi. Mp3’ler, DVD’ler çıktığında herkesi bir telaş almıştı, ölüyoruz, batıyoruz diye… Ama görüyorsunuz canlı müzik dünyada yine patlamış durumda. CD’den dinleyebiliyor olsanız bile sevdiğiniz bir sanatçıyı sahnede görmek istersiniz. Onunla temas kurmak aynı zamanda bu deneyimi arkadaşlarınızla paylaşmak da istersiniz. Bu ortamları yaratmak lazım. Onun için canlı müzik hiçbir zaman ölmez. Diğer yandan canlı müzik piyasasında fiyatlar arttı. Çünkü artık sanatçılar eskisi gibi CD satamıyorlar. Büyük bir sanatçı dört sene önce 100 bin $ alıyorsa şimdi 250 bin $ alıyor.

Bu piyasa için nasıl bir durum yaratıyor?

Sonuçta bu paralar ödeniyor ama piyasa açısından çok iyi bir şey değil. Ama bu bir denge. CD’den para kazanamadıkları için konserlerle telafi ediyorlar. Ama mesela şimdi cep telefonundan indirilen melodilerden telif alınıyor. Teknoloji yeni yeni alanlar muhakkak üretiyor.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı Genel Müdürü Görgün Taner’le  yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 6. sayısında (Eylül – Ekim 2007) yer aldı. Söyleşi, Taner Koçak ve Esra Okutan tarafından yapıldı. Röportaj fotoğrafları İKSV arşivinden edinildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.