bread

Hayko Cepkin: Arabesk bir hayatım var

Geçtiğimiz ay ‘Rock Müzikleri’ndeki performansıyla adından söz ettiren, gençliğin yeni gözdesi,  bukalemum şarkıcı Hayko Cepkin ile albümleri, müziği ve fanları üzerine konuştuk.

‘Rock Müzikali’ndeki performansınız çok başarılı bulundu. Sizin için müzikalle konser arasındaki farklılıklar neydi?  Başka bir müzikalde başrol oynamayı ister misiniz?

Aslında müzikalde hissettiğim konserdeki duyguyla aynıydı çünkü ancak hissederek, yürekten söylerken seyirciyi etkileyebilirsiniz. Müzikalde seslendirdiğim parçalar çok güzeldi (Rent/ ; ‘Jesus Christ Superstar / I Only Want To Say). Türkiye’de müzikal kültürü oturmuş olmadığı için yeni bir müzikal çıkarsa ancak bu ekipten çıkar. Böyle bir prodüksiyon olursa da içinde yer almak isterim. ‘Rock Müzikalleri’ tek gecelik bir gösteriydi. Gelecek tepkileri görmek istedik. Şimdiye kadar eleştiriler olumlu. Ozan Karacan’ın prodüksiyonuna gelen tepkiler doğrultusunda bu işe bütçe ayıracak birilerinin çıkması gerekiyor.

Ne kadar sürede hazırlandınız?

Yaklaşık üç aydır çalışmaya çalışıyoruz.

Neden böyle dediniz?

Çünkü tam boyutlarda bir sahnede çalışma, prototip dekorda oynama imkanımız olmadı. Mesela ben merdivenlerden ‘ineceğim’ diye çalıştım. Ama Açıkhava Tiyatrosu’nda bu mümkün olmayınca, ancak bir gece evvel saat sabahın ikisinde merdivenden çıkıp iki basamak inmeyi çalışma imkanım oldu. Yine de her şeye rağmen herkes çok yürekten çalıştığı için bence çok keyifli geçti.

Özellikle oynamak istediğiniz bir müzikal var mı?

Ben müzikal sevmem. Opera geçmişim var, opera manyağıyım ama müzikallerin armonik yapısı biraz majöre kaçtığı için pek sevmiyordum. Bu projeye dahil olunca ‘Hımm müzikal mi? Kim bilir hangi komik şarkıyı söyleyeceğim?’ diye düşünmüştüm.  Ama Tuluğ Tırpan’ın evine gidip seçilen şarkıları dinlediğimde aslında kendi içerisinde hüzün dolu karanlık bir tarafının da olduğunu gördüm. Böylece bu benim için de bir eğitim süreci de oldu. Önyargıyla bakarsan böyle tokadı yersin, deyişinin benim için de geçerli olduğu anlaşıldı. Bütün müzikalleri hızlandırılmış şekilde öğrenebilme şansım oldu.

Biraz başa dönersek; Müzisyen bir aileden geliyorsunuz …

Dedem akordeon çalardı. Evde hala rahmetlinin akordeonu durur. Tuşlu çalgı sempatisi herhalde böyle gelişti. Dedemin akordeonunu bozmayayım diye bana bir Casio klavye alındı. Dedemin çaldıklarını taklit etmeye başladım. Okul korosu ve kilise korosunda yer aldım. Ardından piyano çalmaya başlayıp klasik müzikle iyice haşır neşir oldum. Opera eğitimi almak için Mimar Sinan’ın kapılarını tırmalamaya başladım. Genel olarak eğitimlerim yarım kaldı. Mimar Sinan, konservatuvar, Timur Selçuk Çağdaş Müzik Merkezi, Akademi İstanbul’da bir- iki yıllık eğitimler aldım. 1996’da ilk performansımı klavyeci olarak Alt Kemancı’da sergileyerek profesyonel hayata adımımı attım. Piyasada synth- elektronik kafasıyla çalan yoktu, o yüzden kısa zamanda bulunmaz Hint kumaşı haline geldim. Albüm projeleri ve düzenlemeler arka arkaya gelmeye başladı. Sürekli bar programı yaparsam müzikal açıdan çürüyeceğimi düşündüğüm için bunu yapmadım. ‘En azından yaratıcı mıyım değil miyim onu öğrenmem lazım’ diyerek sadece turnelere, albüm kayıtlarına ve düzenlemelere vakit ayırıp, boş kalan tüm zamanlarımda evde kayıt yaptım. Önce berbat şeyler kaydettim. Dört sağlam- berbat parçadan sonra olgunlaşmaya başladım. En azından daha akıllı sözler çıkmaya başladı.

Dedem akordeon çalardı. Evde hala rahmetlinin akordeonu durur. Tuşlu çalgı sempatisi herhalde böyle gelişti. Dedemin akordeonunu bozmayayım diye bana bir Casio klavye alındı. Dedemin çaldıklarını taklit etmeye başladım. Okul korosu ve kilise korosunda yer aldım. Ardından piyano çalmaya başlayıp klasik müzikle iyice haşır neşir oldum.

Çok uzun sürmemiş aslında…

Dört berbat parçadan sonra başka bir eğitim sürecine soktum kendimi. Mevcut parçaları armonik olarak bozup yeni bir şey haline dönüştürmeye başladım. Kurban’ın accapellasını alıp remiks yapıyordum. Şebnem Ferah’a yıllarca yapıştım ‘bana accapella ver’ diye ama vermedi. Belki fırsat bulamadı. Sonra Murathan Mungan’ın “Söz Vermiş Şarkılar” albümünde Yeni Türkü’nün parçasını modifiye ettim. O parça başarılı bulununca ‘Aşk Tesadüfleri Sever’ albümünde iki yabancı parçanın düzenlemesini yaptım. Böyle deneyim kazandıktan sonra kendim için de bir şeyler yapmaya başladım. Sanırım vakti geldi deyip yaptıklarımı EMI’ya götürdüm. Demoyu olduğu gibi bastılar. Böylece ilk albümüm ‘Sakin Olmak Lazım’ çıktı.

Sahnenizin bu kadar iyi olmasının nedenlerinden birinin sahneyi iyi tanımanız olduğu söylenebilir mi? Moğollar’la iki sene rodie olarak turnelere katıldınız.

Tabii bunların yüzde yüz faydası oldu. Moğollar’dan da çok şey öğrendim. Bir de ben aslında tiyatrocu olmak çok istedim. Ama gözümdeki kas zayıflığından dolayı mimik eksikliği olur diye beni almadılar. Tiyatro yapmayı seviyorum. Görüntümde değişiklik yapmaktaki en temel noktam kendimden sıkılıyor olmam. O yüzden saçlarımı otuz bin tane şekle sokuyorum. Maksat kendimden sıkılmayayım. Tiyatrocu olmak istememin bir nedeni de; her seferinde bir başka karaktere kanalize olup onu oynarsanız belki kısa bir süreliğine kendinizden kurtulup başka bir karakter olabilirsiniz. Bunu tiyatrocu olarak yapamadım ama kendi müziğime aktarıp sahne kurgusunda, beden dilinde kullanıyorum. Daha henüz  tam anlamıyla teatral bir şey yapmadım. Ama ekibi kurdum. Rock n’Coke ile beraber daha görsel, daha makyajlı, daha enteresan bir hikayenin içerisine gireceğiz.

En başta kayıt yaparken albüm hedefi var mıydı?

Yoktu. Zaten yaptıklarımı görünce böyle bir hedefim olmaması gerektiğini düşündüm. İlk parçamı dinlediklerinde ailemin suratı çok komikti. Büyük umutlarla aldıkları bilgisayarda  ilk kaydımı yapmışım. Heyecanla oturdular dinlemek için. Parça bitti bir sessizlik… Yarabbim ne berbat bir şeydi. Sonra birkaç iyi sözlü şarkı yazmaya başlayınca albüm fikri de gelişti. Ama çok standart bir albüm projesi olmaması için kurgular yapmaya başladım. İnsanlara nasıl anlatabilirim diye stratejiler yapmaya başladım. Bana hangi soruların geleceğini ve ne cevap vereceğimi bile kurguladım. Onun için genel olarak ‘Eeeeee’ diye duraklayarak konuşmam. Her şeyi hazırladım. Beş, altı yıldır evde kendi kendine konuşan bir adam  vardı.

Şarkıları da böyle kendi içinize dönüp, meditasyon yapar gibi yazıyorsunuz…

Evet, hep kendime anlatıyorum zaten. Sorunum kendimle. Kendimi telkin etmenin bir başka yolu. Zaten başlıklardan da anlaşılıyor: ‘Sakin olmam lazım’ falan… Bu bana söylenebilecek temel laflardan biri.

Her şeyi planladınız ve etap etap gerçekleştiriyorsunuz yani…

Evet bunu yapmak zorundayım çünkü müziğim Türkiye’de çok göz önünde olan bir müzik türü değil. Metal müziğin alışılmışın dışında sert bir tınısı var. Daha çok alt kültür olarak gelişmiş bir müzik türü. Dillere pelesenk olacak, anında hitler çıkaran albümler değil bunlar. Bütünlüklü albümler.

Kısa zamanda hatırı sayılır bir fan kitlesi edindiniz. Hitler çıkaran bir müzik yapmıyorsunuz. Bu kadar dinleyici size nasıl kaydı?

Dinleyici kitlesinden yana hiç kaygım olmadı. Yıllardır piyasanın içindeyim. Çalıştığım insanlarla yüzlerce kere sahneye çıktım. Seyirci profilini biliyorum. Yıllardır gördüğümüz bir şey var: Sadece yazları rock festivali yapılır. Ve oralara 50 – 60 bin kişi gider. Pop festivali yok. Yani rock müziği takip eden ciddi bir kitle var. Ama bugüne kadar daha çok yabancı versiyonları dinledik. Metallica, Manover, Iron Maden, Testament…İşte o kitleye bu tarz müziği Türkçe sözlü olarak yapıyoruz. Alt yapımız yabancı müzik olduğu için yabancı gruplara benzetilmemiz normal. Sahnede makyaj yaptığım için beni makyaj yapan diğer yabancı gruplara benzetiyorlar. Ama maddi ve manevi olarak güç kazandıkça bunu daha ileriye götürmek istiyorum tabii.  Sahnede sadece kolonların gücüne güvenmek değil görsel olarak da bir şeyler verebilmek istiyorum. Benim konserlerim şöyle başlıyor:’ Herkese iyi seyirler’.

Müziğinizdeki bu gotik tarz yabancı kaynaklı ama bir de Moğollar’dan, Cem Karaca’dan feyz aldığınız Anadolu Pop kanalı var.

Ben ona Anadolu Folk diyorum. Moğollar’la birlikte çalışma ve onları kişisel olarak tanıma imkanı bulduğum için çok memnunum. Onlardan çok etkilendim.

Ama kendinizi pek tanıtmamışsınız onlara…

Moğollar’dan çok şey öğrendim. Öncelikle boş konuşulmaması gerektiğini. 19 yaşındaydım, çok konuşan bir heriftim. Bir espri yaptım ama yeri değildi. Ve Engin Yörükoğlu’ndan ‘‘Bunu söyleme hakkını nereden buluyorsun sen?’ şeklinde bir tepki aldım. 2 yıl boyunca bir daha konuşmadım. Engin Abi’ye ‘senden çok şey öğrendim’ diye söylerim hep.

Klavye çaldığınız dönemde hiç sanatçı kaprisi çektiniz mi? 

Hayır, çalıştığım insanların hiç böyle bir tavrıyla karşılaşmadım. Zaten çekebileceğim bir şey değil.

Müziğinizde toplumsal olanla ilişkiyi kurmayı nasıl formüle ediyorsunuz?

Sözlerin genel akışına baktığınızda ‘toplumsal problem’ şarkıları zaten. Ama anlatım dili farklı tınladığı için garipseniyor bazen. Mesela ikinci albümdeki ‘777’ parçasının hep 666’ya gönderme olduğu düşünüldü ama ‘Live Earth’ için yaptığım bir parçaydı ve ‘akıllanıyor fikrim akıllanıyor zihnim’, çevre ile ilgili bir mesajdı. İnsanların aklı klişeye gidiyor hep. Ben sahnede kötü bir adamı oynuyorum. Kaba, konuları dikte eden, ‘akıllanmamız gerekiyor’, ‘aydınlanmamız gerekiyor’ ‘çalışmamız gerekiyor’ diyen. Gördüğünüz malzeme kötü tınlayabilir. Ama  anlattığı şeyler doğru, pozitif şeyler. Bunu görüp içinden seçebilir ve kararlarınızı verebilirsiniz. Derdimi belki böyle korku konsepti içinde anlatabilirim diye düşündüm. O hikayeyi ben sözle anlatamıyorsam belki tüyleri diken diken eden armoni ve sözlerle etkileyebilirim diye düşünüyorum. Yani düşündüğüm şey; kalbine oradan dokunamıyorsan, diğer taraftan dokun şeklinde.

Görüntümde değişiklik yapmaktaki en temel noktam kendimden sıkılıyor olmam. O yüzden saçlarımı otuz bin tane şekle sokuyorum. Maksat kendimden sıkılmayayım. Tiyatrocu olmak istememin bir nedeni de; her seferinde bir başka karaktere kanalize olup onu oynarsanız belki kısa bir süreliğine kendinizden kurtulup başka bir karakter olabilirsiniz.

Seslendiğiniz kesim de daha çok üniversite öncesi genç kesim. Sanki onların yaşındaki kendi halinize sesleniyor gibisiniz…

Tabii. Buhranlar geçiriyorduk o dönem. Sınava girip kaybetmek insanı hayata küstürüyor. Ben Mimar Sinan’a ilk denemede girmedim. Bir yıl boyunca hazırlanıp beş – on dakikalık bir yetenek sınavında kaybetmek çok moral bozucu. Oturup okulun demir parmaklarına bakıyorsunuz ‘yine buradan içeri giremedim’ diye. Onlara ‘devam etmen gerekiyor’ mesajı vermeye çalışıyorum. Evet benim 11 yılıma mal oldu ama şu anda istediğim işi yapıyorum.

‘The Crow’ filminin sizde çok etkisi olduğunu söylüyorsunuz. Aslında hayatınızda biraz bu filme benziyor.  İstediğini elde etmek de başka türlü bir intikam…

Ben o intikamı başka bir yöne çektim hayatımda, bu da kararlılık. ‘The Crow’ fantezi bir film. Adam öyle bir karar vermiş ki mezardan kalkıp geliyor. The Crow’un hayatımdaki en büyük önemi 1994 yılında beni rock müzikle tanıştırması. Film müziğiyle ilgilenmeye başlayıp, soundtrack arşivi yapma kültürünü o filmle edindim. Güzel bir hikayesi var: Sonsuz aşk, ölümsüz aşk… Aşk filmi aslında. Karanlık ama romantik bir film.

Yeni albümün bir özelliği de parçaların konserlerden daha önce biliniyor olması. Bu stratejik bir tercih miydi?

Evet çünkü cover kesinlikle yapmayacağım diye karar aldım. Bu da bir risk. Çünkü albümü yeni çıkmış bir adamın çabuk kabullenilebilir olması için bilindik güzel cover’lardan birkaç tane sıkıştırırsanız araya, daha iyi olabilir. Ama ben hiç kimsenin bilmediği şarkılarla bir konseri 90 dakika boyunca nasıl devam ettirebilirim ve o seyirciyi 90 dakika orada nasıl tutabilirim düşüncesine daldım. Şöyle düşünün; ilk albüm çıkmış, ilk klip yayımlanıyor ve o klibe rast gelmiş insanlar sizin tek parçanızı bilerek konsere gelecekler. Ve geri kalan 80 dakika boyunca bilmedikleri şarkıları dinleyecekler. O zaman onları zinde ve dinamik tutmak için teatral kısım devreye giriyor. Diğer yandan şu anda piyasaya baktığınız zaman plak şirketlerinin durumu hiç iyi değil. İkinci albümü yapamayabilirim diyerek bu parçaların internette dolaşabilmesini sağladım. Şimdi ikinci albümü (‘Tanışma Bitti’) çıkartmışım ve yedi parçası biliniyor. İlk albümün şarkıları da biliniyor. Ben sahnede 19 parça çalıyorsam bunun on dördü ezbere biliniyor. Ve seyirciyle artık iletişim kurabiliyorum. Tanışma bitti. Hepimiz birbirimizin ne olduğunu biliyoruz.

Her şeyi önceden planladığınızı söylemiştiniz. 3. albüm için materyal var mı elinizde? 

Hiç yok. İlk albüm çıktığında röportajlarda ‘üçüncü albüm de dahil dolu materyal var’ demiştim. Şu anda her şeyi seyirciyle gidişata bırakıp, üçüncü albümle ilgili şeyleri çöpe attım. İlk albümde tanıştık, ikinci albümde seyirciyle diyalogumuz sürüyor. Üçüncü albümü bu süreçte kurgulayacağım. Üçüncü albümde seyirciyi daha çok yormayı planlıyorum. Bayağı bir pogo yapacaklar, eğlenip deşarj olacaklar. Sonra da eve gidip uyuyacaklar.

İnternet sitesini oldukça aktif kullanıyorsunuz.

Evet dinleyici kitlemiz zaten internet altyapılı. Şu anda kayıtlı site 28.000’i aştı. Aylık ziyaretçimiz 370 bini aşıyor. Youtube’a herhangi bir videonuz konduğu zaman zaten ilk hafta içerisinde 22 bin civarı seyir oluyor.

Vokalinize arabesk bir tat vermek nereden aklınıza geldi?

İlk başlarda enstrümantal yapayım, niye hep vokal kullanılıyor gibi bir mantıkla yola çıktım. Türkiye’de enstrümantal albüm kültürü pek oturmamış. Yaptığım parçalara doğru düzgün sözler yazmaya başladığımda, vokal işin içine girince arabesk ortaya çıktı. Nasıl oldu inanın bilmiyorum. Bana kaç tarz var bu albümde diye sorulduğunda klasikle başlıyor, elektroniğe dönüşüyor sonra tam rock altyapısına girmişken iyiden iyiye gotik metal tarafına geçiyor. Üzerinde de türkü kalıpları var. Arabesk kökenli makamlar vs. Hepsinin eğitimini aldım, hepsi birbirinin içerisine iyi geçtiği için proje başarılı oldu. Birbirlerine uzak tınlamıyorlar. Bunu nasıl birleştirdiğimi de bilmiyorum. Benim için çok normal ve doğal bir şey yaptığımı sanıyorum. Ama hayatıma baktığınız zaman arabesk bir hayatım var. Severim de… Çok isterdim böyle mahalle delikanlısı olmak.  Rakı masası durumu da iyidir, keyiflidir, severek dinlenir. İbrahim Tatlıses, Müslüm Gürses, Orhan Gencebay çok severim…. Ama böyle ağır şarkılarını…

En başa döneceğim… Dedeniz neler çalardı akordeonla?

Fransızca şansonlar, Rumca şarkılar, İtalyanca şarkılar…

Ermenice şarkılardan etkilendiniz mi?

Koro eğitimimden dolayı mutlaka etkisi var. Ama halk türküsü kısmına o kadar girmiş değilim. Yeni yeni daha çok araştırıyorum. Ben duygusal ve karanlık taraflara kaydığım için ağıtları seviyorum. Oradan daha çok besleniyorum.

Türkiyeli bir Ermeni olarak bu sene yaşanan üzücü olaylar sizi nasıl etkiledi?

Albümde de anlatmaya çalıştığım şey; hep insani sorunlarla uğraşıyorum. Sıfatlarla hiç işim yok. Hayatımda o tarz sıfatları, inanç, din  yaklaşımını hayatımdan kaldırdım. Çünkü eskiden insanlara yol gösterirken şimdi sadece rant sağlamak için kullanılıyor. Hrant ağabeyin öldürülmesi benim için bir fikir adamının daha öldürülmesiydi…

Moğollar’dan çok şey öğrendim. Öncelikle boş konuşulmaması gerektiğini. 19 yaşındaydım, çok konuşan bir heriftim. Bir espri yaptım ama yeri değildi. Ve Engin Yörükoğlu’ndan ‘‘Bunu söyleme hakkını nereden buluyorsun sen?’ şeklinde bir tepki aldım. 2 yıl boyunca bir daha konuşmadım. Engin Abi’ye ‘senden çok şey öğrendim’ diye söylerim hep.

Hayko Cepkin’le yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 6. sayısında (Eylül – Ekim 2007) yer aldı. Söyleşi, Taner Koçak ve Esra Okutan tarafından yapıldı. Röportaj fotoğrafları Yüksel Altıntop tarafından çekildi. Diğer görseller Hayko Cepkin’in arşivinden edinildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.