bread

Hüsnü Şenlendirici, İsmail Tunçbilek, Aytaç Doğan: Taksim Trio

Türkiye müzik piyasasının önde gelen stüdyo müzisyenlerinden Hüsnü Şenlendirici, İsmail Tunçbilek ve Aytaç Doğan’dan oluşan Taksim Trio, 2007 sonbaharında sürpriz bir projeyle karşımıza çıkıyor. Taksim Trio, Şenlendirici’nin daha önceki projeleri Hüsn-ü Klarnet ve Laço Tayfa gibi sadece yeni bir proje olmaktan öte İstanbul müzik piyasasının özgün ve dinamik potansiyelini gözler önüne seren güncel bir durum tespiti de sunuyor.

Her biri enstrümanlarının Türkiye’deki yolculuğu düşünüldüğünde dönemleri için “kilometre taşı” olmuş ve icra biçimini bir adım öteye taşıyabilmiş müzisyenler, sonunda kendi istedikleri gibi bir albüme imza atmışlar. Son zamanlarda birbiri ardından ortaya çıkmaya başlayan enstrümantal solo çalışmalar ve piyasa müzisyenleri arasında oluşan kendi albümünü yapma ‘trend’i -ya da ihtiyacı-, hakim stüdyo müzisyeni ya da solist eşlikçisi kategorilerinin yaşadığı dönüşümü açıkça gösteriyor. Aynı zamanda stüdyo görüntülerinin de yer aldığı bir DVD ile birlikte Doublemoon etiketiyle yayınlanacak albüm, üçlünün müzikal sohbetlerinden oluşuyor. Trio üyelerinden Hüsnü Şenlendirici ve İsmail Tunçbilek’le bu sohbetler üzerine bir söyleşi yaptık.

Taksim Trio fikri nasıl oluştu? Nasıl bir ihtiyaca cevap verdi?

Hüsnü Şenlendirici: Biz uzun yıllardır sahnelerde, farklı projelerde birlikte çalan müzisyenleriz. En başta üçümüz de küçük yaşlarda stüdyolarda çalma şansına sahip olduk. Dünyanın her yerinde stüdyo müzisyeni olmak avantajlı bir şeydir. Kolay bir şey değil ve küçük yaşlarda stüdyolarda kayıtlara başladığımız için bu bizim müziğimize de yansıdı. Bir eğitim gibidir stüdyoda çalmak. Farklı tarzlarda, sanat müziği, halk müziği, rock, pop, hatta klasik müzik ve elektronik müzik gibi birçok türde enstrümanımızla yer aldık. İsmail’le Aytaç’ın daha çok Ortadoğu’da deneyimleri var. Benim Okay Temiz’in projeleriyle başlayan ve babamın gruplarıyla katıldığım Avrupa ve Amerika’daki konserlerle devam eden bir maceram oldu. Aslında aynı çevrelerden geliyoruz. Çok karıştırdığımızda babadan, dededen tanıdık, bildik, akraba gibi bir durum var aramızda.

Onlar ikisi Bursalı, Ben Bergamalı’yım. Aynı kültürden geliyoruz, müziğe bakış açılarımız aynı. Enstrümanlarımız çok farklı olsa da ruhlarımız aynı diyebilirim. Mesela ben kanun çalsaydım, zannediyorum Aytaç gibi çalardım; ya da İsmail klarnet çalsaydı benim gibi çalardı. Bir araya geldiğimizde, kulislerde, provalarda ya da diyelim otobüste bir işe giderken, enstrümanlarımızı aldığımızda zaten çalıyorduk bu parçaları. Arkadaşlarımıza çalıyorduk, kendimize çalıyorduk. Arkadaşlarımız dedi bize, “niye öyle bir albüm yapmıyorsunuz?” diye. Biz de insanlarla paylaşmak istedik. Keyfimiz için yaptık bu albümü bir anlamda. Yıllar sonra dinleyip keyif almak için. Benim dünyada hayran olduğum on müzisyen varsa onlardan ikisi ile bir trio albüm yaptık.

Projenin ne kadarlık bir geçmişi var?

HŞ: İki üç senedir de böyle bir fikir vardı aklımızda. Başkalarının projelerine çalmaktan kendi projemize fırsat bulamıyorduk. Tam müzikal fikirlerimizin olgunlaştığı, ne yaptığımızın farkına vardığımız bir dönemde yapmamız gerekiyordu aslına bakarsan. Mesela ben, daha birkaç senedir ne yaptığımın farkına vardım müzikal olarak. Daha öncesinde enstrümanımla hep bir mücadele halindeydim, güreşir gibiydim. Şimdi o hırs gitti, aşk başladı aramızda. Güzel bir anı oldu bizim için. fiziksel olarak da sağlamken bir an önce yapalım bu işi dedik. Zamanı gelmişti artık.

Dinleyici kitlesi açısından bakıldığında üç kişiden oluşan, sade ve ağır sayılabilecek bir albüm ticari açıdan bir risk taşıyor mu?

İsmail Tunçbilek: Riskleri düşünürseniz bu işi yapmamak lazımdı zaten. Bu albümü yaparken maddi, ticari bir kaygımız yoktu. İşte “insanlar beğenir mi, albüm satar mı?, doğru bir şey mi yapıyoruz?” gibi…

HŞ: Aslında bu enstrümanlar renk enstrümanları. Bunları birtakım altyapılarla zenginleştirip sunmak daha akıllıca gözükebilir. Biz sadece bu üç enstrümanla üç rengin yan yana nasıl durabileceğini göstermek istedik insanlara. Bu samimiyetin insanlara da geçmesi için albümü DVD ile birlikte çıkarıyoruz. Türkiye’de çok iyi enstrümancılar yetişiyor. Özellikle genç arkadaşların bizi izleyerek farklı şeyler edinebilmesi için iyi bir örnek olacak.

İT: Görülen bir şeyle, duyulan arasında çok fark var enstrüman teknikleri açısından. Bir enstrümancıyı dinlemekle izlemek ve icra tekniklerini görerek anlamak çok farklı şeyler. Genç arkadaşlara faydalı olacağını düşünüyoruz.

Hepiniz yıllarca Türkiye ve yurt dışı piyasalarda sayısız kayıtlara imza atmış müzisyenlersiniz. Bu projede, ‘kendi istediğiniz gibi’ bir albüm yapma çabası hissediliyor. Bu açıdan Taksim Trio stüdyo sürecinin farkı neydi?

İT: Bir kere daha önce hiçbir projede sadece üç kişi bir araya gelip çalışmamıştık. Bu başlı başına bir farklılık. Plan program yapılmadı bu iş için. Girdik, iki günde her şey bitti. Parçalara kayıttan sonra müdahale edilmedi. Yanlışıyla, doğrusuyla, iki günde ne çalındıysa albüm ondan oluşuyor. Mesela dinlediğimiz zaman hoşumuza gitmeyen, pek iyi çalamadığımızı düşündüğümüz bazı yerler var. Ama onu düzeltmeye kalktığımızda o samimiyet gidecekti. Daha teknik boyutlara girecektik. Sonuçta geniş bir zamanda oluşan proje, iki günde albüm haline geldi.

HŞ: Stüdyoda kayıt anında karar verip çaldığımız en az üç dört parça var. Hassas kulaklar bunu ayırt edecektir. Hiç prova yapılmadı ama güzel olan da o aslında.

Repertuarı nasıl oluşturdunuz?

İT: Bestelerimiz vardı kesin olması gerektiğini düşündüğümüz. Onun dışında kendiliğinden şekillendi repertuar. Mesela bir arkadaşımız Orhan Gencebay’ın bir parçasını önerdi. Biz de Orhan Abi’den mutlaka bir parça çalalım istiyorduk. Benim aklıma da o parça gelmişti, provasız girip çaldık. Bunun dışında da repertuar çok geniş bir çerçevede şekillendi.

Bu projenin genelinde son yıllarda şekillenen İstanbul’a özgü icra biçimlerinin öne çıktığını görüyoruz. Bunun yanı sıra üç müzisyenin de müzikal deneyimlerinde taşıdıkları farklı zenginlikler var. Böyle baktığınızda albümün tarzını nasıl tanımlarsınız?

HŞ: Bizim kökenimizde Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği var. Şükürler olsun ki bu gelenekleri sindirebilmişiz. Türk Sanat Müziğinde nasıl nağme yapılır, halk müziğinde koma nasıl basılır, o geçişler, çarpmalar nasıl yapılır, bunlar bize önemli bir temel oluşturdu. Bunun yanında özellikle Türkiye’deki müzisyenlerin etkilendiği Ortadoğu var yanı başımızda, Araplar yani. Sonra Hindistan, Azerbaycan, Balkanlar ve buradan açılan İspanya’ya kadar uzanan bir yelpaze var etkilendiğimiz. Açıkçası albümün belli bir tarzı yok. Tamam, world music diye bir şey var. Biz de dünyalı enstrümanistler olduğumuzu düşünüyoruz. Hepsinde kendimizi bulamasak da her müziğin içine girebiliyoruz. Müziğini bilmediğimiz insanlarla jam sessionlar yaptık.

İT: Duymak çok önemli. Dünyayı gezdik, birçok müzisyenle tanıştık. Ben mesela İspanya’da yaşadım, Carlos Benavent’le, George Pardo’yla demolar hazırladık. Onları n müziğini de duyabildiğimiz için onlarla birlikte müzik yapabiliyoruz. Bilmiyoruz belki yaptığımız şeyi ama duyuyoruz.

Proje konserlerde nasıl tepkiler aldı?

HŞ: En önemlisi bu aslında. Biz daha albümü çıkarmadan bir Avrupa turnesi yaptık. Rotterdam, Amsterdam, Gent, Stockholm… Ve çok güzel tepkiler aldık. İnsanlar dinlemek için geliyorlardı. Mesela bazı konserlerde istemediğim halde hareketli parçalar çalmam gerekiyor. Bu turne o açıdan farklıydı ve projenin ilk konserleri olmasına rağmen bizi rahatlattı. Avrupa’da ya da dünyanın farklı yerlerinde rahatça çalabileceğimizi gördük. Bu sene WOMEX dünya müziği fuarına katılıyoruz mesela. Bir de Azerbaycan’da eski bir tiyatroda çaldık. Orada birçok müzisyenle tanışma fırsatımız oldu. Azerbaycan gerçekten müzikal olarak çok iyi bir yerde. Halk da müziğin çok farkında. Müzisyenlerin hepsi işlerini aşkla yapıyor. Temelleri de sağlam. Türk müziğini ve müzisyenlerini çok seviyorlar. Bizim için çok farklı bir deneyim oldu.

Taksim Trio, bu albümden sonrası için kendisine nasıl bir yol çiziyor?

HŞ: Öncelikle konserler vereceğiz, turneler olabilir. Türkiye, Avrupa, Ortadoğu… İsmaillerin bağlantıları var çünkü Mısır’da, Dubai’de, Lübnan’da. Oralara gitmemiz lazım. Bundan sonra da bu kemik trionun başka gruplarla, başka müzisyenlerle ortak projeleri olabilir. Taksim Trio featuring… mesela. Konserlerimize konuk enstrümanist müzisyenler alabiliriz.

Diğer projeleriniz gibi Taksim Trio da Roman müzisyenlerden oluşuyor. Genel olarak Türkiye’deki Roman müzisyenlerin yaşadığı dönüşümle ilgili neler düşünüyorsunuz?

HŞ: Bu dönüşüm sadece ben ve İsmail gibi müzisyenlerin zorlamasıyla olmaz. Ben mesela, internette Türkiye’deki insanların Romanlar hakkındaki düşüncelerini okuyorum. Buna Romanlar da demeyelim, adam gibi çingeneler diyelim. Çingeneler hakkındaki düşüncelerini okuyorum. Çingeneleri öcü zannediyorlar. Çingeneler deyince, sokakta selpak satan, at arabalarında dolaşan insanlar, dansözler geliyor insanların aklına. Kafalarında böyle bir şekil var. Bilmiyorlar ki, Türkiye’nin müzik potansiyelinin en az yüzde altmışı Romanların elinde. Bu, operada, senfonide, Kültür Bakanlığı Devlet Koroları’nda, radyoda, stüdyo piyasasında böyle. Ama önce bizim kendimizi kabullenmemiz lazım. Benim soyadım Şenlendirici. Birinin soyadı Tunçbilek, diğerinin Şenyaylar, Şenmızrap, Özüşer. Ne kadar güzel bir şey… Ben soyadımı hiçbir zaman değiştirmeyeceğim. Övüneceğim onunla. Kalkıp bir devlet dairesine girmiş ya da bir yerlere gelmiş, sivrilmiş bir Roman müzisyene “Roman mısın?” dendiğinde adama kötü bir şeymiş gibi geliyor. Bizim önce kendimizi kabul etmemiz gerekiyor ki insanlar da bizi kabul etsinler. Müzik açısından aslında çok iyi bir yerdeyiz ama bilinç olarak böyle değil. Hala Roman müzisyen denince Kumkapı’da siyah beyaz takım elbisesiyle müşterinin kulağına eğilip “yapıştır!” diyen müzisyen akla geliyor. Çünkü genelde farklı sanatçıların arkasında, başkalarının işlerine hizmet ediliyor. Ama son zamanlarda bu yapılan gruplar, enstrümantal çalışmalar, bu işin iyi yerlere gittiğini gösteriyor.

Taksim Trio’yla yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 6. sayısında (Eylül – Ekim 2007) yer aldı. Söyleşi, Özgür Akgül tarafından yapıldı. Fotoğrafları Sinan Kesgin çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.