bread

Huzur ve masal diyarı: Ürdün ve Petra

Savaşların ve çatışmaların eksik olmadığı Ortadoğu’da, tam bir huzur vahası Ürdün ve tüm güzellikleriyle Antik Petra kenti, bizleri bir masal dünyasına götürüyor.

UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki eşsiz Petra; antik Roma Kenti Ceraş, Lawrance of Arabia filminin çekildiği yer, Kızıldeniz, Akabe Körfezi, 4×4’lerle Ram Vadisi’nde unutulmaz safari, vahalar, Osmanlı’nın izleri, egzotik çarşılar, surlar ve tarihin gizi, gece havalimanında grubumuzun diğer üyeleriyle buluştuğumuzda bizi bekliyordu. Gecenin büyük bölümü uçak yolculuğu ve sonrasında otele yerleşme ile geçtikten sonra kısa bir uykunun ardından güçlü bir kahvaltıyla Amman’da pırıl pırıl güneşli bir güne uyandık.

Ürdün, yüzölçümü 90 bin km2, nüfusu yaklaşık 6 milyon kişi olan bir Arap ülkesi. Başkent Amman ilk bakıldığında sarının ve betonun hakim olduğu ve biraz da inşaat halinde şantiye görünümü veren bir şehir. Bu şehirde geçirdiğimiz ilk gecenin ardından bizi Amman’dan Akabe’ye uzanan uzun bir kara yolculuğu bekliyordu ve yol üzerinde uğrayacağımız Madaba ve Ölüdeniz’i görecek olmak da bize ayrı bir heyecan veriyordu.

Ölüdeniz’de mola

İlk durağımız, Madaba’da dünyanın en eski Ortadoğu haritalarından birine sahip St. Georges Kilisesi oldu. Hz. Musa’nın Mısır’dan kutsal topraklara yaptığı yolculuğun son durağı Nebo Dağı’nda panoramik bir mola verdik ve mozaikleriyle tanınan kiliseyi gezdik. Dünyanın en çukur yeri ve en tuzlu su alanı kabul edilen Ölüdeniz’e ulaştığımızda öğlen olmuştu bile. Ölüdeniz’in kıyısında denize girme amaçlı yapılmış birçok otel vardı ve biz de bunların birinde hem denize girmek hem de yemek yemek için bir mola verdik. Ölüdeniz’e giren arkadaşlarımı seyretmekle yetindim ama her giren suda yüzmenin zorluğundan ve suyun yoğunluğundan bahsediyordu. Bu güzel molanın ardından yediğimiz yemek de yöresel özellik taşıyordu. Özellikle soğuk olarak yenilen humusun bizim alışık olduğumuzdan farklı yapısı ve kısırın ağıza alındığında önce tatlıyı sonra da acıyı arka arkaya hissettiren tadı damağımızda kaldı. Ürdün’de yediğimiz bu lezzetli yemeğin ardından yine bu bölgeye özel kakuleli kahvelerimizi içtik ve ardından Akabe’ye doğru akşama kadar sürecek kara yolculuğuna başladık.

Kızıldeniz’de mercanlar

Akabe’ye vardığımızda akşam olmuş, hava kararmıştı bile… “Sabah olduğunda bizi, kış olmasına rağmen sıcak sayılabilecek güneşli bir gün bekliyordu. Kahvaltı sonrasında hayatımda ilk defa mercan kayalıkları görecek olmanın heyecanıyla otelimizin iskelesinden bizi bekleyen teknelere 7’şerli gruplar halinde yerleştik ve Kızıldeniz’e açıldık.  Bu deniz yolculuğunun en ilginç yanlarından biri de, bulunduğumuz koydan 3 ayrı ülkeyi görebilme imkanımızın olmasıydı. Hem Ürdün’ü, hem İsrail’i hem de Mısır’ı rahatça görebiliyorduk. Bizi taşıyan teknelerin tabanlarına cam konulmuştu ve bu cam sayesinde bir mercan bölgesi üzerine geldiğimizde rahat resim çekme fırsatımız doğuyordu. Yaklaşık 1.5 saat süren deniz yolculuğundan sonra Akabe’den Petra’ya gitmek üzere otobüslerimize binmek için otele geri döndük.

Petra: “Rose City”

Merakla beklediğimiz Petra yolundaydık artık. Bu yolda 4X4 lerle yaptığımız Ram Vadisi gezisi olağanüstü görüntüleriyle büyüleyiciydi. Çöl safarisi başta pek cazip bir fikir gibi gelmemişti ama yola çıkıp da kırmızı kumun üzerinden kendine yol bulmaya çalışan 4X4’lerimizden etrafa bakınca, ortaya çıkan manzaranın büyüleyici olduğunu itiraf etmeliyim. Ram Vadisi’nde gün batımını seyrettikten sonra Petra’ya doğru tekrar hareket ettik ve vardığımızda artık gece olmuştu. Güzel bir yemeğin ardından yarın bizi bekleyen Petra gezisinin heyecanıyla uykuya daldık.

Ve sabah erkenden kırmızı kayalara oyulmuş olağanüstü güzelliğiyle antik Petra gezisine başladık. Şairler, Petra’nın rengini kızıl gül rengine benzetmişler. Şimdi bizi bekleyen çok yürümemiz gereken ama bir o kadar da ilginç bir turdu. Sahara Dağları’nın oluşturduğu ve dış dünya ile neredeyse hiçbir bağı olmayan bir vadinin içinde, kayaları böylesine işlemek algılama gücünü hayli zorluyor. “Indiana Jones – Last Crusade” in çekildiği Ürdün’ün tarihi şehri, Lut Gölü ile Akabe körfezi arasındaki topraklar üzerinde yer alıyor. Şehir, M.Ö. 400 ile M.S. 106 yılları arasında Nebatiler’e başkentlik yapmış ve Roma İmparatorluğu tarafından işgal edilene kadar başkent olarak varlığını sürdürmüş. M.S. 400 tyıllarından sonra deprem ve ekonomik sıkıntılardan dolayı kent gözden düşerek zaman içinde unutulmuş. 1812 yılında İsviçreli gezgin Johann Burckhard tarafından tekrar bulunan şehirde; tiyatro, tapınak, ev gibi yapılar kireç taşına oyularak yapılmış. Günümüzde, bir zamanlar Roma’yı kıskandıracak kadar zengin olan bir kentin üzerine bir örtü örtülmüş gibi. 220m tırmanılarak çıkılan manastıra ulaştığınızda yapının büyüklüğü onun gerçekliği konusunda insanı şüpheye düşürüyor.

Petra şehri 6 Aralık 1985 tarihinde UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası listesine dahil edilmiş. Burası aynı zamanda Peru’da yer alan Machu Picchu ile kardeş şehir.

Çölün köprübaşı: Amman

Ertesi gün gezimizin son durağı olan Amman’a doğru hareket ettik. Bizans dönemine ait kilise mozaiklerinin ve kalıntıların görülmesinden sonra Çöl Kaleleri Bölgesi’ne doğru devam ettik. Emeviler döneminin çöldeki köprübaşları, ünlü ıtriyat ve baharat yollarının kesiştiği bölgede inşa edilmiş küçük saray kalıntıları, Nabatiler ve Romalılar döneminden beri önemi bilinen, kervan durakları gezilerinden sonra öğleden sonra Amman’daydık. Amman Kalesi ve müzesi de Amman’da ilk gördüğümüz yerler arasındaydı. Burası önceden gördüğümüz yerler düşünüldüğünde bana fazlaca enteresan gelmedi. Amman şehri alışveriş yapılacak yerler bakımından da bayağı sönüktü. Genel görünüş olarak daha çok filmlerde gördüğümüz Arap şehirleri gibiydi. Benim gördüğüm Amman Avrupa şehirleri ile karşılaştırıldığında planlaması açısından da pek nasibini alamamış bir şehirdi.

Ceraş: Doğu’daki Pompei!

Ürdün’deki son günümüzde bizi, Doğu/Batı ticaret yollarını kontrol etmek amacıyla inşa edilmiş, Nabatiler Dönemi’nden itibaren var olan ve Roma çağında yeniden inşa edilmiş muhteşem kent Ceraş bekliyordu. Amman’ın 45 km kuzeyinde bulunan Ceraş (Jerash), bugün de tarihi kalıntıların çok iyi olması nedeniyle “Doğu’nun Pompei’si” olarak adlandırılıyormuş. Tiyatrolarıyla, tapınaklarıyla ve ayakta olan yüzlerce sütuna sahip ana caddesiyle tüm Roma Dünyası’nın en iyi korunmuş kentlerinden Antik Ceraş’ı anlatmak zor ama şehri; Oval meydan, ihtişamlı şehir kapıları, hipodrom, Cardo Maximus, anıtsal çeşme, Zeus Tapınağı, Artemis Tapınağı, bouleterion, büyük tiyatro ve yüzlerce sütun olarak özetleyebilirim belki…

Doğunun bu mistik ülkesi Ürdün’le yaşadığım o eşsiz anlar bende tarifsiz tatlar bırakmış fakat artık geri dönme vakti de gelmişti. İnsanları, kalıntıları, tarihi ve tüm renkleriyle Ürdün bende harika anılar bıraktı. Ve bir kere daha anladım ki Doğu hala gizemli bir güzel ve onu keşfetmeye çalışmak her defasında benzersiz bir deneyim.

Ürdün ve Petra üzerine kaleme alınan bu yazı, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 1. sayısında (Mayıs 2009) yer aldı. Esra Sunar tarafından kaleme alınan yazının fotoğrafları Esra Sunar, Dolunay Özbek ve Osman Erk’e ait. Sayfa tasarımı ve uygulaması Nur Ayman Çakmak tarafından yapıldı.