bread

Karatay diyeti

Prof. Dr. Canan Efendigil (ÜAA ’61) Türkiye’nin ilk ve tek butik üniversitesi olan Bilim Üniversitesi’nin enerjik, sıra dışı ve başarılı rektörü. Canan Efendigil Karatay, aynı zamanda “Karatay Diyeti”nin de mucidi…

Duvar işçiliği sertifikası olan bir rektör: Prof. Dr. Canan Efendigil

Odasına girdiğimizde ilk gözümüze çarpan masasındaki tabakta bulunan yaban mersinleri oldu. Sonra biz kahve ve çay isterken, o limonlu sıcak suyu tercih etti. Sohbet ilerledikçe ise yaptıklarıyla, daha yapmak istedikleriyle ve tüm bunlar için yaşattığı enerjisi ve meslek sevgisiyle bizi kendisine hayran bıraktı. Prof. Dr. Canan Efendigil, okul yıllarından beri yaptığı sporlar, hafta sonları gittiği çalışma kamplarıyla, duvar işçiliği sertifikası bile almış bir bilim kadını. Onunla hem kendisinden, hem mesleğinden hem de sağlığımızla ilgili bilmediklerimizden konuştuk.

Öncelikle sizden bahsederek başlayalım. Üsküdar Amerikan Lisesi’ne nasıl başladınız ve daha sonraki kariyer hayatınız nasıl ilerledi?

Ben Elazığ Harputluyum ve orada ilkokulu bitirdikten sonra 11 yaşındayken Üsküdar Amerikan Lisesi’ne daimi yatılı olarak geldim. Annem lise öğretmeni babam da orada avukattı ve iyi yetişeyim, lisan öğreneyim istediler. Daha sonrasında tıp fakültesine gittim ki o zamanlar bir tane tıp fakültesi vardı: o da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi idi. 1967’de mezun oldum ve o zamandan beri de hekimim. Önce iç hastalıkları uzmanı sonra da üst ihtisas yaparak kardiyoloji uzmanı oldum. Kardiyoloji ihtisasımı iki sene İngiltere’de, Ingiliz Hükümeti bursuyla yaptım. Daha sonra yine kardiyovasküler uzmanlığım için Cape Town’da, dünyada ilk defa kalp nakli yapan Christian N. Barnard ve ekibiyle beraber çalıştım. Cape Town’da iki yıl kaldım ve doçentlik tezimi hazırladım. Devamında ülkeye dönüp profesör oldum ve eşimin çalışmaları dolayısıyla Amerika’ya gittik. Amerika’nın Syracuse şehrinde 12 yıl kaldık. Eşim Syracuse Üniversitesi’nde çalıştı; ben de New York State Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Kardiyovasküler Araştırma Laboratuarı’nın başında araştırmalar yaptım. Ardından yurda döndük. Döndükten sonra Gaziantep’te bir özel hastanenin kalp bölümünü kurdum ve koroner anjiyoyu ve kalp ameliyatlarını başlattık. Sonra Yeditepe Üniversitesi’nde dekan yardımcısı olarak çalıştım. Ardından Kadir Has Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde çalıştım. Kadir Has Üniversitesi’nde sağlık bölümünü Türk Kardiyoloji Vakfı finanse ediyordu. Sonra Türk Kardiyoloji Vakfı ayrılarak sadece sağlık bilimleri üzerine eğitim veren Bilim Üniversitesi’ni kurdu. Onun da üç yıldır kurucu rektörlüğünü yapıyorum.

Üsküdar Amerikan Lisesi yıllarınıza geri dönecek olursak okul yıllarınızı nasıl hatırlıyorsunuz?

Ben Üsküdar Amerikan Lisesi’ne giderken orası sadece kız lisesiydi. Bizim dönemimizde 1955 – 1961 arası çok sıkı bir disiplin vardı. Mesela üniforma giyerdik ve kravat takmak, ceket giymek mecburiydi. Biz yakamızı biraz açmak isterdik ama kravatların iki santim bile aşağıda olmasına izin verilmezdi. Ama her türlü imkânımız da vardı. Spor faaliyetlerimiz çok genişti. Ben tenis oynamaya Üsküdar Amerikan Lisesi’nde başladım. Ayrıca voleybol ve basketbol takımındaydım. Amerika’dayken de tenis oynadım hatta orada elli yaş grubunda şampiyonluklarım vardır. Şimdi de haftada üç gün oynamaya devam ediyorum. O zamandan kalan çok güzel alışkanlıklarımız oldu. Sadece spor aktiviteleri de yoktu. Yuvalara giderdik ve oralarda gönüllü çalışırdık. Ayrıca tiyatro kolumuz vardı, oyunlar sahneye koyardık. Klasik müzik grubumuz vardı. Kulüplerimiz de çok sayıdaydı. Dans,  folklor gösterileri  yapardık. Sonra şiir matinelerimiz olurdu. Hem sosyal açıdan hem de bilgi açısından çok güçlü ve çok iyi bir okuldu.

Okulunuzun size kazandırdıklarından bahsedersek…

Her şeyden önce kendine güven kazandırdı ki, bu hayata hazırlama açısından çok önemli. Sonra “sorgulama” alışkanlığı kazandırdı. Bu yüzden de bizden çok araştırmacı çıktı. Bunun haricinde ufkumuzu genişletti. Biz 1960’da Anadolu’ya geziye gittik. O yaştaki bir çocuk için çok güzel bir deneyim bu.

Rektörlüğünü yaptığınız Bilim Üniversitesi’nden biraz bahseder misiniz?

Bilim Üniversitesi üç yıl önce Türk Kardiyoloji Vakfı tarafından kurulan, Türkiye’nin tek butik üniversitesidir ve sadece sağlık bilimlerine yönelik eğitim vermektedir. Tabii bunun yurtdışında örnekleri bulunuyor ama şu an Türkiye’de tek. Bu üniversite kurulmadan önce Kadir Has’ın Tıp Fakültesi, hemşirelik yüksekokulu ve sağlık meslekleri yüksekokulu vardı. Şimdi biz sağlık eğitimi kısmını tek başımıza yürütüyoruz. Kuruluş kanunu gereği fen-edebiyat kısmı da olması gerektiği için bunun altında da psikoloji bölümümüz var. Hatta Fen-Edebiyat Bölümünün Dekanı Prof. Dr. Betül Aydın (’68) da bir Üsküdar Amerikan Lisesi mezunudur.

Tek alana yönelik eğitim veren bir üniversitenin sağladığı avantajlar nelerdir?

Bilim Üniversitesi bünyesinde tıp fakültemiz, hemşirelik yüksekokulumuz, sağlık yüksekokulumuz ve sağlık hizmetleri meslek yüksekokulumuz var. Bunun sağladığı avantajlardan biri hiç kadro problemi yaşamıyor olmamız. Çünkü hekimliği isteyen bir grup var ve onlar zaten geliyor. Bunun yanı sıra dört yıllık yüksekokullarımız olan hemşirelik yüksekokulumuz, bu yıl açılan beslenme, fizik tedavi ve ebelik gibi bölümleri olan sağlık yüksekokulumuz haricinde iki yıllık yardımcı sağlık personeli yetiştirmek üzere bir yüksekokulumuz var ki onun kadrosu da çok çabuk doluyor. Bunun içerisinde radyoloji teknikerliği, sağlık dokümantasyon, ambulans teknikerliği, tıbbi sekreterlik, tıbbi laboratuar ve radyoloji laboratuarı gibi bölümler var. Sonuçta çocuklar iki yıl içinde sağlık teknisyeni olarak meslek sahibi oluyorlar. Üstelik bu konularda da çok iyi olduğumuza inanıyorum ve devletten de parasal olarak hiç destek almıyoruz. Biz ara personelin de çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Bizim programımızda çocuklar birinci sınıftayken staj yapmaya, ikinci sınıfa geçtiklerinde de iş teklifi almaya başlıyorlar. Ayrıca sağlık meslek liseleri var biliyorsunuz. Oradan mezun olanlar da bizde devam edebiliyorlar.

Yazılarınızdan birinde yurtdışından alınan diyetlerin Türk beslenme alışkanlıklarına uygun olmadığını bu nedenle de verilen kiloların yo-yo etkisi ile tekrar geri alındığını belirtmişsiniz. Bu konuda bizi biraz aydınlatır mısınız?

Diyet çok önemli ve dikkat edilmesi gereken bir konudur aslında. Bakın ben hem kardiyoloğum hem de iç hastalıkları uzmanıyım. Ileri yaşlarda gözüken kalp hastalıkları, tansiyon, şeker vb. rahatsızlıkların en rahat ve en ucuz çözüm yolu “korunmak” yani hastalanmayı önlemektir. Korunmamız gereken en önemli şeylerin başında da şişmanlık geliyor. Bunu yalnızca ben söylemiyorum, Dünya Sağlık Örgütü, kilo almanın en büyük hastalık olduğunu söylüyor. Bizim beslenme alışkanlıklarımız çok farklı, biz Akdeniz ülkesiyiz ve bugün dünyaya baktığımızda Akdeniz mutfağı en sağlıklı mutfak. Ancak uygulanan diyetlere baktığımızda hepsinin tercüme diyetler olduğunu görüyoruz. Bu nedenle de bizim elimizdeki materyalle ve yaşam biçimimizle bu diyetler uyuşmuyor. Mesela bakın diyetlere hepsinde kırmızı et yasaktır. Neden yasak kırmızı et? Evet, Amerika’da yasaktır çünkü giden gelenler de bilirler, Amerika’da sığır ve domuz eti yenir yalnızca. Yedikleri sığır eti de o kadar kalındır ki bizim halkımızın belki de bir haftada tüketeceği et miktarını Amerikalılar bir öğünde yerler. Oysa biz en çok koyun ve kuzu yeriz. Sığır ya da dana etini fazla tüketmeyiz ya da bunu en çok kıyma olarak kullanırız. Amerika’daki kırmızı et ile benim ülkemdeki kırmızı etin alakası yokken ben neden halkıma kırmızı eti yasaklayayım ki? Bunun yanı sıra halkın erişebileceği ve ulaşabileceği yiyecekler ve alışkanlıkları da çok önemlidir. Türkiye’de problem ekmektir. Türkiye bütün dünyada kişi başına yılda 200 kilogram ile en çok ekmek tüketen toplumdur. Amerika’da ekmek yenmez, Çin’de, Rusya’da ekmek yenmez. Bizdeki hastalık sebebi budur. Onun haricinde, dışarıdan tercüme edilen diyetlerin hiçbirinde kahvaltıda zeytin bulamazsınız. Çünkü memleketlerinde zeytin yoktur. Ama zeytin en sağlıklı meyvedir ve her sabah dokuz-on tane tüketilmesi lazımdır.

Yazılarınızın birinde kolanın bir bardağında yirmi kaşık şeker bulunduğu ve bunu içtiğimizde vücudun aslında şoka girdiği ve mide bulantısı şeklinde bir tepki vermesi gerektiği halde yine kolanın içinde bulunan bir maddenin bunu önlendiğini anlatıyorsunuz…

Evet çünkü içinde sitrik asit var. Bunları aslında ben söylemiyorum, bilimsel makalelerden çevirerek yazdım. Ama Türkiye’ye duyuran ben oldum tabi ve bildiğim kadarıyla şimdi internette dolaşıyormuş. Bütün bunlar karaciğer yağlanmasını başlatıyor. Karaciğer yağlanması başlayınca 30 yaşından sonra bütün hastalıklar başlıyor. Hastalıkları ileriki yaşlarda görüyoruz ancak temellerini çok erken yaşta atıp hastalığın filiz vermesine neden oluyoruz. Bunun yanında zaten fast food’ların tehlikeli olduğu biliniyor, onların içindeki trans-yağlar en büyük tehlikeyi oluşturuyorlar.

Peki başka doğru bildiğimiz yanlışlar var mı?

Mesela günümüzde ilaç firmalarının yarattığı üç tane hastalık vardır. Bunlar menopoz, osteoporoz ve kolesteroldür ve bu durumu zaten tüm dünya literatürü de kabul etmiş durumdadır. Menopoz, osteoporoz ve kolesterol kesinlikle hastalık değillerdir. Temeline yani hücresel seviyedeki sağlığa baktığınızda, hastalığın sebebi, ilerleme durumu ve tedavinin bunun üzerindeki etkilerini görebiliyorsunuz. Bu sayede elbette hücresel seviyedeki bozukluklar da ortaya çıktı. Bu bozuklukların sebebinin de yapay gıdalar ve kötü yağlar olduğu gösterildi. Bütün yağlar kötü değildir, vücudumuzun sağlıklı yağa da ihtiyacı vardır. Bu sağlıklı yağlar da balıklarda bulunan Omega 3’ler ve zeytinyağıyla fındık, fıstık ve ceviz gibi yemişlerde bulunan Omega 9’lardır. Esas tehlikeli olan transyağlardır çünkü kanserojendir. Transyağlar hücreye girerek hücre zarına yerleşirler ve normal yağların hücreye giriş çıkışına engel olarak işlevlerini yerine getirmesini engeller. Kanserojen olan ve kolesterolün yükselmesine neden olan durum budur. Yabancıların diyetlerine bakarsanız ceviz fındık gibi yiyecekleri göremezsiniz çünkü onların memleketlerinde yoktur. Ama bizim ülkemiz bu tip gıdalar/ürünler açısından cennet gibidir. Ara öğünlerde yemek için çok uygun. Zaten ben ara öğün vermiyorum. Öğle yemeğinde bir tabak ceviz yiyin yeterlidir. Bir gün ceviz yiyorum, bir gün yaban mersini yiyorum ve bol bol su içiyorum. Ama tabii gençlerin enerjiye ihtiyacı var o yüzden bu onlar için yeterli olmaz fakat sağlıklı yeme alışkanlıkları edinmek lazım. Yani Omega 3 çok önemli dolayısıyla balık çok önemlidir ama balık kızarmayacak. Sonra ton balıkları konserve haline getirildiği için içinde Omega 3 kalmıyor, balık taze ya da dondurulmuş olmalıdır. Tıpkı yumurtada olduğu gibi burada da pişirme şekli çok önemli. Aynı şey et için de geçerli; eti yakarak pişirirseniz ya da Amerikalıların yaptığı gibi barbekü şeklinde yağları ateşe damlayıp yanarak dumanı çıkacak şekilde pişirirseniz elbette o et bozulur ve kanserojen hale gelir. Zaten Amerika’daki o sığırların etlerinin içi o kadar yağ dolu ki o yağlar yanınca transyağ oluyor ve dolayısıyla kanserojen hale dönüyorlar. Bu yüzden de “Kırmızı et kanser yapar.” deniyor. Evet, yapar böyle pişirirsen tabii ki yapar. Ama kuzu pirzolası yapmaz. Kuzu pirzolası en sağlıklı ettir çünkü yağı dışarıda görünür ve istemezseniz bıçağınızla kesip ayırırsınız. Çünkü o yağ henüz kırmızı etin içine yerleşmemiştir.

İlaç firmalarının yarattığı bu sahte hastalıklar için geliştirilen ilaçların zararları oluyor mu?

Tabii ki, mesela menopoz doğumumuz gibi ya da kadınların adet görmeye başlaması gibi ya da erkeklerin testesteron salgılayıp sakal bıyık çıkarmaya başlaması gibi doğal bir süreçtir. Fakat bunu bir hastalık olarak kabul ederek menopozda uygulanan hormon tedavisinin 2002’de yapılan bir araştırmaya göre %30 oranında meme kanserine yol açtığı ortaya çıktı. Ama bize yapılan promosyon yüzünden o kadar çok kullanılıyor ki.

Kolesterol ilaçları için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

Kolesterol ilaçları Alzheimer yapıyor, geçici unutkanlığa neden oluyor ve kansere yol açıyor. Kolesterol hücre zarının doğal bir parçasıdır yani biz yesek de yemesek de günde 200 miligram kolesterolü vücudumuz karaciğer, bağırsaklar ve bazı diğer hücreler yoluyla üretir. Esas tehlikeli olan, oksidasyon dediğimiz vücuttaki bu kolesterolün iç ve dış etkenlerle bozulmasıdır. Bu etkenler de sigara, hava kirliliği ve transyağlardır. Kolesterol tek başına zararlı değil, gerekli bir şeydir. Mesela vücudumuzdaki hormonların hepsinde kolesterol var. B vitamininde de var, ki B vitamini azlığının kanserojen olduğu bugün biliniyor.

Yumurta’yı kolestrolü yükselttiği için özellikle belli bir yaştan sonra doktorlar yasaklıyor, siz buna da karşı çıkıyorsunuz ve hatta günde iki tane yumurta yediğinizi söylüyorsunuz…

Önemli çalışmalarla yumurtanın kolesterolü yükseltmediği gösterildi. Evet, ben senelerdir günde iki adet yumurta yiyorum ve benim kolesterolüm normal. Kolesterolü vücut yapar, yediklerimiz değil. Yumurtanın zararlı olduğu ve kolesterol yaptığı bir mittir yani ben yumurtanın ne kadar faydalı olduğuna dair araştırmalarla elde edilmiş bütün verileri size gösterebilirim. Ayrıca yumurtanın sarısı ve beyazı ayrı ayrı çok önemlidir. Yumurtanın beyazında vücut proteininin yapı taşlarını oluşturan dokuz tane temel aminoasit vardır ve başka hiçbir gıda ile vücuda girmez. Sarısında da lisitin denilen bir madde vardır; o da kan kolesterolünü düşürür. Ayrıca kolin denilen bir madde de çok önemli bir enzim olan ve sinir iletimini etkileyen asetilkolin’in yapısında görev alır. Bunlar artık hücresel seviyede enzimler üzerinden araştırılarak ortaya çıkarılmış gerçeklerdir. “Yumurta yemeyin” diyerek siz bu insanlara “vücudunuza bu gerekli maddeleri almayın” diyorsunuz. Yumurta eğer aşırı derecede pişirilirse tehlikeli hale gelir çünkü o artık yumurta değildir. Çok pişirildiğinde yumurta katılaşır, rengi değişir ve sarısı un gibi dağılır, işte o zaman oksidasyona uğramıştır ve yapısı bozulmuştur dolayısıyla kanserojen ve zararlı hale gelir. Ayrıca yağda çok yakıldığı zaman da yumurta özelliğini kaybeder ve bozulur. Ancak rafadan ve hazırlop ya da yağda kısa bir süre pişirilmiş yumurtanın hiçbir zararı yoktur aksine çok faydalı ve gereklidir. Kilo vermek istiyorsanız ya da karaciğer yağlarınızın inmesini istiyorsanız sabahları yumurta yiyin öğlenleri de fındık, fıstık ya da ceviz yiyin.

Siz aynı zamanda fotoğrafçılıkla da ilgileniyorsunuz ve yarışmalara da katılmışsınız değil mi?

Evet şu an yapmıyor olsam da fotoğrafçılığım da var. Fotoğraf merakım da lisede başlamıştır. Gerçi ben dijital çıktıktan sonra fotoğrafçılığın öldüğüne inanıyorum. Ben siyah-beyaz çalışmayı ve slayt çalışmayı çok severdim; hatta siyah-beyazda ödüllerim vardır. IFSAK üyesiydim ama yurtdışına gidince tabi yarım kaldı. Yurtdışından ödüllerim var. Romanya’dan ve IFSAK’tan mansiyonlarım var.

Ayrıca başka sporlarla da ilgileniyorsunuz sanırım?

Evet, mesela dağcılığım var. 13 günde Toroslar’a tırmanmıştık. Bunlardan başka benim yaz aylarında çalışma kamplarında çalıştığım dönemler olmuştur. Mesela Almanya’dan duvar işçiliği sertifikam vardır. Yaz ayları için tatil anlayışım hep farklı bir şeyler öğrenmek olmuştur. Benim öğrencilik dönemimde de çok güzel uluslararası çalışma kampları vardı. Mesela böyle bir kampa Türkiye’de de katıldım, Eskişehir’in Bardakçı köyünde Çin usulü çamaşırhane inşaatı yapmıştık sonra Gaziantep’te de Atatürk İlkokulu’na tuvalet inşaatı yapmıştık.

Üç okulun mezunlarına eski bir mezun, başarılı bir bilim kadını ve idareci olarak ne tavsiye edersiniz?

Benim tavsiyem öncelikle her şeyi tanımaları, dünyayı tanımaları ve sevdikleri işe girmeleri. Çok sevdiğim, 9. yy’a ait bir tapınak yazısında şöyle diyor. “Insan sevdiği işe girdiği zaman hayat boyu yorulmazmış.” Ben de tüm mezunlara bunu başarmalarını tavsiye ediyorum.

Canan Efendigil Karatay’la yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 2. sayısında (Eylül 2009) yer aldı. Şebnem Akçıl tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Sinan Kesgin çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Nur Ayman Çakmak ve Orçun Peköz tarafından yapıldı.