bread

Mete Akyol: Ben gazeteciliğe ne zaman başlamışım?

Bütün Dünya dergisinin genel yayın yönetmeni, yılların gazetecisi, yazar ve SEV Mütevellisi Mete Akyol (TAO’51, TAC’55)’a gazetecilik hayatına dair pek çok soruyla gittik; o da bize bu sorulardan yola çıkarak harika bir yazı hazırladı.

Röportaj yapmaları için buluştuğumuzda da, bir dost ortamında rastlantı sonucu bir araya geldiğimizde de meslektaşlarım bana merakla hep, “Gazeteciliğe ne zaman başladın?” diye sorarlar; sonra anlattıklarımı sabırla dinlerler, dinlerler, dinlerler, yine de sorularının yanıtını alamazlar.

Çünkü gazeteciliğe ne zaman başladığımı ben biliyor değilim ki, onlara söyleyeyim. “Valla, ilkokulun üçüncü sınıfındaydım…” diye başlıyorum, sonra bir elimde silgi, öteki elimde boya kalemleriyle Ordu Gazi İlkokulu’ndaki ilk duvar gazetesini nasıl çıkardığımı anlatıyorum; bire beş, belki bire on, on beş katarak.

Oradan taa, Talas’a geçiyorum iki yıl sonrasına. Bugünlerin A4 ölçüsünde bir kağıdın önlü arkalı iki sayfasından oluşan “Talas” adlı bir okul gazetesinin hazırlandığı odanın kapısı önünde kaç tur attıktan sonra kapıyı tıklatıp, içeri girebildiğimi ve gazeteyi çıkaran İstifan Nadir (TAO ’49) Abi’ye elimdeki yazımı nasıl uzattığımı anlatıyorum.

Onun, “Hadi oğlum, bir iki yıl büyü de ondan sonra burnunu sokmaya kalkış bu işlere” diyerek yazımı değil ama beni reddetmesi, hazırlık sınıfında bir yaşam deneyimi diploması sahibi yaptı beni. Onun, göz atmaya gerek bile görmediği yazımla, yazımı uzattığım elimi ağır ağır geri çekebildim ve zorlukla girebildiğim kapıdan şimşek hızıyla bir çırpıda çıktım. Koridorda kendi kendime söylendim, kendi kendime söz verdim:

“Yaşamım boyunca kimseye böyle davranmayacağım” dedim.

O gün orada verdiğim sözüme, tüm yaşamım boyunca bağlı kaldım.

Talas’ta ikinci yılımda değil ama üçüncü ve dördüncü yıllarımda, iki arkadaşımla birlikte, tek yapraklı, iki sayfalı “Talas”ı ben çıkarıyordum.

Öğretmenimiz Mr. Remaker “bu işe” ilgimi görünce beni, “Boy Scouts” adlı bir izci gazetesine abone yaptı. Bu gazetede çok ilginç kısa bilgiler de vardı. Yaz aylarında bu bilgileri çeviriyor, evimizin olduğu Ordu’da, kentin köklü gazetesi Gürses’e götürüyordum. Bu bilgiler, “Tercüme eden: Mete Akyol” imzasıyla Gürses’te yayımlanıyor, benden bile çok, evimizde sevinç oluşturuyordu. Tarsus’taki ilk yılımda, el koyacağım bir okul gazetesi yoktu.

“Nasıl olsa arkamdan biri yetişir, o el koyar” diyerek, Tarsus Amerikan Koleji’ndeki ilk okul gazetesini çıkardım. Bu gazetemiz, teksir makinesiyle basılan, dört yapraklı, dört sayfalı bir okul gazetesiydi ama, aslında “kocaman bir gazete” idi. Sayfalarına, yapraklarına bakmayın; adı, en az düşlerimiz denli kocamandı. Umutlarımızın arenasının sınırsızlığında, “The New York Times”, “The London Times”, “The Los Angeles Times” gazeteleriyle aynı kulvarda koşuyorduk. Çünkü adı “The College Times” idi.

Zaman zaman Manuel Bilos (’56), kimi zaman Engin Ünsal (’55) ama her zaman Ünver Ungan’la (’55) çıkardığımız “The College Times”ın yayınına, yaz tatillerinde ara veriyorduk. Okul arkadaşlarımıza “Eylül’de görüşmek üzere” diyorduk ve çalışmamızı bu kez çeviriler yaparak evlerimizde sürdürüyorduk.

Çocuk öyküleri olan bu çevirilerim, bu kez evimizin bulunduğu Ankara’da, Ulus gazetesinde çarşamba günleri yayımlanan “Çocuk Sayfası”nda yer alıyordu. Tarsus’ta ikinci sınıfta okuduğum yıl, başta can dostum Ali Cengiz Dolunay (’55) olmak üzere bir otobüs dolusu arkadaşım, hafta tatili için gittikleri Adana’dan dönerlerken büyük bir trafik kazası geçirdiler.

O gece karar verdim, Hürriyet Gazetesi’ne bir mektup yazdım ve Hürriyet’in Tarsus muhabiri olmak için başvuruda bulundum. Bu başvurumu nasıl yaptığımın, Hürriyet’in Tarsus muhabiri olarak nasıl çalıştığımın ve okul müdürümüz Mr. Maynard’ın yüce hoşgörüsüne nasıl tanık olduğumun, 22 Ocak 1955 tarihli Hürriyet’te yayımlanan imzalı ilk röportajımı hazırlarken öğretmenim Haydar Göfer’in yardımının ve bana foto muhabirliği yapmasının öyküsünü merak edenler, tüm bunları “Bir Başkadır Benim Mesleğim” adlı kitabımda ayrıntılarıyla okuyabilirler.

Ankara’da, üniversite yıllarımda babamdan gizli Yeni Sabah ve Dünya gazetelerinde yaptığım “kaçamak” çalışmalarımdan sonra sözleşme imzalayarak Ekim 1959’da Milliyet’te çalışmaya başladım. Bana sorulan ilk sorunun yanıtını şimdi siz verin lütfen:

“Ben gazeteciliğe ne zaman başlamışım?” Benim bu konuda bildiklerimi siz de biliyorsunuz artık. Gazeteciliğe ne zaman başladığımı siz söyleyin de, ben de öğreneyim. Yaşamımın beni en çok etkileyen dönemi, Talas ve Tarsus yıllarım olmuştur. O yıllarda sınıfta öğrendiklerimi hiçbir zaman yadsımıyorum; fakat hem Talas’ta hem Tarsus’ta edindiğim yaşam deneyimlerim ve tanıdığım kişiler, o yıllarımdan sonraki yaşamımın yalnızca yol haritasını oluşturmakla kalmadılar, o yolda ilerlerken adımlarımı hangi tempoda ve hangi boyutta atacağımın ölçekleri de oldular.

Özellikle Türkiye gibi “henüz gelişmekte olan” ülkelerde gazetecilik, gelişme sürecinin tamamlandığı ileri sürülen ülkelerdeki gazetecilikten çok daha “sorumluluk sorumluluğu” içeren bir yapıdadır.

Bir Türk gazetecinin “birinci vazifesi”, yalnızca ilginç haber vermek değildir, “olmakta olanın gerçekte ne olduğu”nu haber vermektir.

“İnsanın köpeği ısırması” olayının Türkiye’de haber olabilmesi için, o insanı bir köpeği ısıracak duruma getiren nedenlerin de sıralanması gerekmektedir. Türk basınında yalnız olayların yorumcusu yazarlar değil, olayları yazan muhabirler de çok özel bir sorumluluk yükümlülüğü altındadırlar.

Her yazdığınıza inanacak denli size güven duyan bir okuru, yalan haberle ve kasıtlı yorumla yanıltmak, kör bir dilencinin önünden sessizce para çalmakla ve bunu başarı saymakla eş değerdir.

Kendisine böylesi gereksinim duyulan bir ülkede gazeteciler, olaylara beyinleri yanı sıra, yürekleriyle de bakabilmek zorundadırlar. Bu yetenek ise “öğretim”le değil, “eğitim”le geliştirilebilir.

Talas ve Tarsus’un beni mesleğime böylesi bir duyarlılıkla hazırlamış olmalarının ayrıcalığını, izlediğim her olayda, yazdığım her satırda özenle uyguladım ama sahip kılındığım bu “çok özel özelliğin” ayırdına ancak, mesleğimin son yıllarında varabildim.

Bir Mrs. ve Mr. Nilson, bir Mrs. ve Mr. Scott, Mrs. ve Mr. Maynard, Mrs. ve Mr. Avery, Mr. Robeson’dan kimya öğrendim, geometri öğrendim, fizik, ekonomi, felsefe öğrendim ama… Tümünde “insan olmayı” gördüm, tümünden “insan olmayı” öğrendim.

Oluşumumda yalnızca öğretmenlerimin değil, arkadaşlarımın da her zaman teşekkürle andığım katkıları olmuştur. Tümüne diyebileceğim denli çok sayıda okul arkadaşımla, yarım yüzyılı aşkın arkadaşlığımızı, aradaki sürede de bugün de aynı hatta daha da sımsıcaklıkta sürdürüyoruz.

On bir yıldan bu yana yönetmenliğini yaptığım Bütün Dünya dergisi bugün, bir başka açıdan bakıldığında, bir Talas ya da Tarsus sınıfı gibidir. Öğretmeni bile vardır bu sınıfın. Dergimizin künyesindeki değişmez isim, Tarsus’taki Edebiyat Öğretmenimiz Haydar Göfer’dir. Bilir misiniz Haydar Göfer, Türk basınında hiçbir yayın organının omuzlarına almaya cesaret edemediği bir görev üstlenmektedir Bütün Dünya’da?

O, Türkiye’deki tek yayın organının tek “Türk Dili Danışmanı”dır. “Resm-i geçit” ile “Resmî Geçit” arasındaki farkı bir zamanlar öğrencilerine öğreten saygıdeğer öğretmenimiz, aynı farkı şimdi hem meslektaşlarımıza, hem okurlarımıza öğretiyor.

O şimdi, 1950 mezunu öğrencisi Ilyas Halil, 1955 mezunu öğrencisi Engin Ünsal, 1965 mezunu öğrencisi İzmir Tolga, 1955 mezunu öğrencisi Manuel Bilos ve Talaslı Metin Atamer’in, Yürük İyriboz’un, unutmadan söyleyeyim, 1955 mezunu bendenizin de yazılarını hala “elindeki kırmızı uçlu kalemle okuyor.” Bunu söylediğimizde de bu kez kırmızı uçlu kalemini bırakıyor, onun yerine kaşlarının ucunu birleştiriyor ve…  “Ben o yazıları kırmızı uçlu kalemimle değil, gözlerimle okuyorum, kırmızı uçlu kalemimle ise sizin yanlışlarınızı gözlerinize sokuyorum” diyor.

Bütün Dünya’daki bu bütünlüğümüz, üstlendiğimiz görevimizi yapmamızı çok kolaylaştırıyor.

Açık açık söylemesi zor geliyor ama, izin verin de söyleyeyim:

Biz Bütün Dünya’da, devlet okullarında öğretilmesi gerekip de nedense öğretilmeyen bilgileri veriyoruz şimdiki ve geçmişin “eski” öğrencilerine.

İlerideki yıllarda Sadrazam olan Talat Paşa’nın, “Ben bu hainlerle çalışamam” deyip, Dahiliye Nazırlığı’ndan (İçişleri Bakanlığı’ndan) istifa etmesini, iki gün sonra da “Mehmet” adıyla Edirne cephesine gönüllü er olarak gitmek üzere orduya katıldığını bugünün öğrencileriyle birlikte öğretmenleri de Bütün Dünya’dan öğrenmişlerdir.

Erzurum Kongresi’nden sonra Mustafa Kemal’in, Sivas’a gidebilmek için Erzurum’da iki ay kalmasının tek nedeninin parasızlık olduğunu da çok kişi Bütün Dünya’dan öğrendi. Bütün Dünya’nın kendine özgü bir özelliği de, reklam gelirine gereksinim duymaksızın ve kar amacı taşımaksızın yayımlanmasıdır.

Ben tam bu tümcemi söyledikten sonra siz bana ardı ardına şu üç soruyu sordunuz: “1950lerin sonlarından 1990’ların ortalarına kadar aktif gazetecilik yaptınız. O zamanlardaki gazetecilik ile 1990’lardan beri karşılaştığımız gazetecilik arasında nasıl bir fark var?” Bu sorunuza kısaca şöyle yanıt vereyim: “Eskiden basının gücü vardı, şimdi gücün basını var.”

Son iki sorunuzu da yazayım:

“1- Beyefendilik, zarafet, dürüstlük nereye gitti sizce (sadece gazetecilikte değil, tüm toplumda)?

2- Türkçeye, milli değerlere dikkat etmek konusundaki hassasiyet de azalmış gibi…” Rica etsem, bu son iki sorunuzu okurlarımız yanıtlarlar mı, acaba? Ben de öğrenmek istiyorum, çünkü.

Usta gazeteci Mete Akyol’un sorduğumuz sorular üzerine kaleme aldığı bu yazı, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 2. sayısında (Eylül 2009) yer aldı. Mete Akyol’un fotoğraflarını Yüksel Altıntop çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Nur Ayman Çakmak ve Orçun Peköz tarafından yapıldı.