bread

Tülay Güngen: Profesyonelliğe dönüşen sanat sevgisi

Tülay Güngen’in Beyoğlu’ndaki ofisi birbirinden güzel tablolar ve kitaplarla dolu bir sanat mekanı. Aslında kendisi uzun yıllar teknik konularda başarılı işlere imza atmış bir mühendis. Fakat son derece teknik işler yaparken bile sanat sevgisi onu hiç bırakmamış; sergilerin, müzelerin, konserlerin sadık takipçisi; değişmez bir kitap dostu olmuş.  Sohbetimizde “Bazen çok sevdiğiniz bir uğraşınız, şansınız yaver giderse, üstüne de yeterince düşerseniz karşınıza farklı şekillerde çıkabiliyor” diyor. Kulağımızda sokak kemancısının müziği; Tülay Hanım’la bu göreve gelene kadarki ilginç öyküsünü, Türkiye’deki yayıncılık sektörünü ve YKKSY’nin faaliyetlerini konuştuk.

Okul yıllarınızdan bahsedelim mi önce?

Annem ve babam iyi yabancı dil bilmemenin sıkıntısını yaşamış insanlardı. Bu yüzden benden Amerikan Koleji imtihanına girmemi istediler. O zamanlar bir tane test kitabı vardı, o çalışılırdı. Ben de herkes gibi onu çalıştım ve sınavı kazandım. Hatta o sınavda bilemediğim kelimeleri hâlâ hatırlarım. Okulun her şeyini sevdim ve her anının tadını çıkardığımı da söyleyebilirim. Mesela gün içinde sekiz tane dersimiz vardı; bir tanesi de yemekti ve orada bile İngilizce konuşmamız gerekiyordu. Yabancı dili bu şekilde öğrenmek çok hoşuma gitmişti. Oldukça keyifli bir okul dönemi geçirdim ve arkadaşlarımı da çok seviyordum. Okulda korodaydım ayrıca kültür kolundaydım. Edebiyat öğretmenlerimle beraber Cumhuriyet Bayramı ya da Gençlik ve Spor Bayramı gibi özel günler için programlar hazırlardık. Ben de şiirler okurdum ve program akışının hazırlanması için parçaları, okunacak şiirleri seçer yardım ederdim. Sanırım o zamandan beri içimde sanat sevgisi varmış çünkü gerçekten hepsi severek yaptığım işlerdi.

Okul sonrası yaşam nasıl gelişti?

Okulun son yılında daha doğrusu bizde Lise 3’e karşılık gelen yılda Amerika’ya gittim ve dönüşte de Amerika’da aldığım sınavların sonuçlarıyla Boğaziçi Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği bölümüne girdim. Elektrik mühendisliğini bitirdikten sonra Computer Science alanında yüksek lisans yaptım. Ardından TÜBITAK Marmara Araştırma Enstitüsü’nde elektronik araştırma bölümünde 5 yıl çalıştım. Oradan ayrılıp özel sektöre geçtiğim dönemde de çalıştığım işler, insan ilişkileri içeren işlerden ziyade bilgi işlem gibi teknik detayı çok olan işlerdi. Bilgi işlemde (IT) çalışırken de nihai kullanıcılarla konuşup onların ihtiyacı olan yazılımları geliştirmek değil de, o yazılımların çalışacağı altyapıları oluşturmada yani donanıma en yakın yerlerde severek çalıştım. Ondan sonra 1994’te Yapı Kredi’ye girdiğimde, IT tarafında değil banka tarafında proje ve program yönetimi konularında çalıştım. O da bana çok farklı bir disiplin getirdi. Önceden öğrendiğim disiplinleri de kullanarak, zamana karşı çalıştım ve bir bütçeyi yöneterek çok sayıda projeyi içeren program yöneticiliği yaptım. Bu kapsamdaki farklı projelerden biri Yapı Kredi’nin Gebze’deki bankacılık üssünün inşaatı, başka bir tanesi çağrı merkezinin kurulumuydu. Bu arada gördüğünüz gibi kültür-sanatla ilgili iş hayatımda hiç bir şey yok. Ama ben hep iyi bir tiyatro izleyicisi, bir konser dinleyicisi ve hem resim hem heykeli kapsayacak şekilde sergileri gezen, o konulardaki gerek eskiden yapılanları gerekse yeni gelişmeleri takip etmeyi seven bir insandım. İştiraklerde, bankadaki yöneticiler de hep yönetim kurullarında görev alırlar. Ben de Yapı Kredi’de IT’den sorumlu olduğum dönemde Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’ın yönetim kurulu üyesi oldum. Böylece Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş.’yi biraz daha yakından tanıdım. Burası ayrı bir şirket, Yapı Kredi’nin tamamıyla sahibi olduğu bir iştirak. Ve uzun yıllar sonra bireysel olarak sevdiğim ve hep takip ettiğim işler profesyonel hayatımın da bir parçası oldu.

Bize biraz Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’ın yaptıklarından bahseder misiniz?

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’ın gelişmiş bir kimliği var. Ayrıca Yapı Kredi markasına da çok olumlu katkılar yapan, onu besleyen ve kamuoyu gözünde benimsenmesinde ciddi payı olan bir oluşum. 1944 yılında Kazım Taşkent, Yapı Kredi’nin ilk şubesinin açılışında bir konuşma yapmış. Bu konuşmada benim çok önemsediğim bir kısım var. Demiş ki “Bizim gibi büyük kuruluşların iki görevi vardır. Biri, kendi iştigal konuları ile ilgili görevleri, ikincisi ise, topluma karşı görevleridir. Biz kültür ve sanatı seçtik. O yüzden biz, kültür ve sanat bankasıyız.” O zamanlar sergiler açılmış, araştırmalar yapılmış, çeşitli çalışmalar desteklenmiş. Türkiye’nin ilk renkli filmi Yapı Kredi’nin katkısıyla çekilmiş: Halıcı Kız. Bence bu Türk film tarihi için çok önemli bir şey. Bankayla hiçbir alakası yok ama Kazım Taşkent ve onunla çalışan yöneticiler buna hep çok önem vermişler. Daha ziyade folklor araştırmalarını desteklemek adına banka için bir koleksiyon oluşturulmaya başlanmış. Mesela eski kumaş koleksiyonu, tespih koleksiyonu, Karagöz-Hacivat koleksiyonu, tombak koleksiyonu ve sikke koleksiyonu gibi birçok koleksiyonumuz vardır. Bankanın ana faaliyet alanı ile ilgisi olamayacak ama toplumsal sorumluluk çerçevesinde çok önemli olan çalışmaları olmuştur. Yapı Kredi Yayınları 1988’den bu yana YKY markasıyla çıkıyor. O zamandan bu zamana 3000. kitaba yaklaşıyor. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık olarak iki ana dalda iş yapıyoruz. Bir tanesi yayıncılık diğeri de sergiler. Yayıncılıkta Türkiye’de belki de en büyük yayıncıyız. Eskiden gelen bir bakış açısıyla, bir kültürde olması gereken, bir ülkede insanların erişme imkânı bulunması gereken eserleri seçiyoruz. Bunların araştırılması ve oluşturulması da çok büyük titizlikle yapılıyor. Eski yazarların bütün eserlerine ve mümkünse el yazmalarına yeniden bakılarak yapılıyor. Yabancı dilden çevirdiklerimiz de bu şekilde oluyor. Türk yazarlar, şairler için de mutlaka kaynağına gitmeye çalışırız, bu anlamda yazarın orijinal metinlerine gitmeyi ilke edinmişizdir. Burada çok ciddi bir editörlük kurumu vardır ve yurtdışındakine yakın bir editörlük yapılır. Seçimde de benzer bir prensiple hareket ederiz. Onun dışında mesela mutlaka her sene Nurullah Ataç’ın deyimiyle birkaç genç yazar, şair için de “zar atarız.” Zar atmak -yanlış anlaşılmasın- değerli bir şeydir. Zar atarız ve onları yetiştirmeye çalışırız. Bu seçim ciddi bir sorumluluktur, çünkü düşünürsek 1980–82 doğumlu gencecik bir yazarın kitabı Nazım Hikmet’in, Yaşar Kemal’in yanında yer alıyor. Önce dergimizde yer alır, başka yerlerdeki yazılarına, eserlerine de bakarız ve her yıl 2-3 kişiye böyle bir imkan tanırız. Bu bir ülkenin edebiyatı için çok önemlidir. Ayrıca sadece edebiyatta değil tarihte, felsefede, sosyolojide, sanatta ve çocuk kitaplarında da çok iyiyiz. Çocuk kitaplarına özellikle dikkat ediyoruz. Büyükler için nasıl çalışıyorsak çocuklara da edebiyatı ve okumayı sevdirmek üzere öyle titizlikle çalışıyoruz. Hem çocuklar için yazılmış Türk eserleri hem de yurtdışından çok güzel çevirilerimiz var.

Bir de ünlü sergileriniz var tabi ki…

Evet; yayıncılıktan kültür ve sanata geçersek, üç tane salonumuz var. Bunlar son derece alçakgönüllü salonlar ama yeri çok güzel. Herkes de bilir ki biz belki 50–60 yıldır çok güzel sergiler yapıyoruz. Eskiden halka sanatı öğretmek, tanıtmak ve sevdirmek için amatör sergilere yer verilirmiş. 1980’lerin sonundan beri sadece profesyonel sanatçıların eserlerini sergiliyoruz. Bu galerimizde Andy Warhol’dan Gentille Bellini’ye, Joseph Beuys ve Otto Dix’den Zühdü Müridoğlu ve Sabri Berkel’e, pek çok sanatçının eserleri sergilendi. Zaman içinde baktığımızda son dönemlerde artık Türkiye’nin güncel sanatına odaklanmış gibiyiz. Bunu da “Türkiye’de güncel sanat çok iyi yol alıyor”u göstermek ve bunu belgelemek için yapıyoruz. Her sergimizin çok iyi katalogları oluyor. Diğer iki salonumuzun birinde ‘Bir Usta Bir Dünya’ teması üzerine toplumsal belleği canlı tutan sergiler yaparız, bunlar da Abidin Dino, Sait Faik, İlhan Berk gibi dünya çapında bir yazarın, bir şairin ya da bir fotoğrafçının hayatını ve eserlerini anlatan sergiler olur. Burası aynı zamanda Türk fotoğrafının duayeni Ara Güler, ülkemizin yetiştirdiği en önemli belgeselcilerden Güneş Karabuda, savaş fotoğrafçısı Robert Capa, belgesel fotoğrafçısı Sebastiao Salgado gibi efsane isimlerin fotoğraf  sergilerine de ev sahipliği yapan bir mekan. Diğer salonumuz ise müze. Aslında koleksiyonlarımız olduğu için Kültür Bakanlığı’na kayıtlı bir müzeyiz ama tüm koleksiyonları sürekli sergileyecek alanımız yok. Yapı Kredi koleksiyonlarından parçalarla, diğer müzelerden ve koleksiyonerlerden de eser alarak tematik sergiler düzenliyoruz. Örneğin “Tanede Saklı Keyif, Kahve”, “Kutsal Duman’dan Sihirli Damla’ya Parfüm”, “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Kağıt Para’nın Öyküsü” ve “Zamanın Görünen Yüzü Saatler”.

Biraz da Türkiye’deki yayıncılık sektöründen bahsedelim mi?

Yayıncılık çok sancılı bir sektör. Mesela 80’lerin sonlarında Türkiye’de yaklaşık 300 kadar yayınevi ve 10.000 tane satış noktası varmış. Şimdi baktığımızda 3.000 kadar yayınevi var, buna karşılık satış noktaları 6000’e düşmüş. Bunun nedenleri, ders kitaplarının bedelsiz dağıtılmasıyla, ana işi ders kitabı satmak olan küçük şehirlerdeki yayınevlerinin ortadan kalkması ve buna karşılık bazı satış noktalarının çok büyümesi. Kitap okumayla ilgili maalesef acıklı istatistikler var. Mesela Japonya’da bir kişi 25 kitap okuyorken bizde yılda sadece 6 kişi bir kitap okuyor. Televizyon, radyo, sinema, tiyatro derken eskiye oranla insanların akıllarından ve zamanlarından pay almak da giderek zorlaştığı için kitap okuma oranları düşüyor.

YKY’nin ileriye dönük hedeflerinden bahsedersek?

Amacımız niteliğinden ödün vermeden kitaplarımızın ve sergilerimizin yeterli kitleye ulaşması. Bu tabi bizim tek başımıza başarabileceğimiz bir şey değil. Eğitim sistemimizin niteliğiyle de ilişkili uzun vadeli bir umut bu. Ama Sait Faik’i bilmeden yetişen ya da Yaşar Kemal okumadan yaşayan insanlar olmamalı diye düşünüyoruz; çünkü bu, Ankara’nın nerede olduğunu bilmemekten farksız. İlköğretimin 8 yıla çıkmasının bu açıdan iyi bir tarafı olabilir. Ancak topyekûn bir seferberlik gerekiyor yani burada herkese bir rol düşüyor.

Siz hem bir SEV mütevellisisiniz hem de yönetim kurulunda yedek üyesiniz. SEV ailesinde hizmet nasıl başladı?

Ben iş hayatına başladıktan bir süre sonra okullarım için çalışmak istemiştim. O dönemde SEV yönetim kurulunda Ceyda Aydede (ACI ’73) vardı. Ona “Ben okula faydalı olacak bir şeyler yapmak istiyorum” dedim. O da bir zaman sonra beni yedek üye olarak önerdi, bizdeki yönetim şeklinde her üyenin mutlaka bir yedeği olur. Yedek üyelerden de toplantılara, işlere katılmaları beklenir. Toplantılara düzgün gitmeye, önce öğrenmeye sonra katkıda bulunmaya özen gösterdim. Bu benim yedek üye olarak ama tam üye ruhuyla çalışmaya devam ettiğim ikinci dönem.

40.Yıl etkinliklerinde organizasyon anlamında çok önemli katkılarda bulundunuz. Şimdi bakınca kutlamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

SEV kaçırılmaması, ıskalanmaması gereken bir zenginlik. Hem okulların hem de hastane ve SEV-YAY gibi bir yayınevinin olması hakikaten çok önemli. Bu nedenle çok çeşitli şekillerde sinerji oluşturulabiliyor ve biz bunu 40. Yıl Buluşmaları’nda çok güzel yaşadık.

Son olarak, sizce şimdi mezunlara neler düşüyor?

Bizim en büyük sorumluluğumuz okullarımızın daha iyi hale gelmesi. Yapılacak pek çok şey var. Tabii bunun içinde maddi katkı da var. Ancak bunun illa ki parayla olması gerekmiyor; fikir, tanıtım gibi katkılar da çok önemli. Elimizdeki en önemli araç mezunlarımızın kendileridir. Hepsi çok iyi yetişmiş, çok iyi yerlerde olan, çok şeyler bilen insanlar. Ben gerçekten artık Tarsus’u da Üsküdar’ı da kendi çocuğum gibi görüyorum. Okullarımızın iyi olması eğitimin de daha iyi olmasını, dolayısıyla da daha iyi mezunlar vermemizi sağlayacaktır. Bu da kendi kendini besleyen bir döngüye gidecektir. Eğer iyi bir ortamda yaşamak istiyorsak bunun sadece binalarla, havayla ya da suyla değil insanlarla sağlanacağının farkında olmak gerek. O iyi insanlar nerede yetişecek? Iyi komşumuzun, iyi iş arkadaşımızın olmasını istiyorsak okullarımızın da iyi olması gerekiyor.

Tülay Güngen’le yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 2. sayısında (Eylül 2009) yer aldı. Şebnem Akçıl tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğrafları Sinan Kesgin tarafından çekildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Nur Ayman Çakmak ve Orçun Peköz tarafından yapıldı.