bread

Mehmet Yaltır: Çileğin ABC’si

Mehmet Yaltır (TAC ’67): TAC bana dünya vizyonu kazandırdı

SEV Mütevellisi ve Yönetim Kurulu Üyesi Mehmet Yaltır, Türkiye’nin en büyük çilek üreticilerinden biri. Çileği ihraç ürünleri arasına sokan ve ülkemize yılda 30 milyon dolarlık ihracat girdisi kazandıran Yaltır, bu başarıda TAC’de kazandığı dünya vizyonunun büyük katkısı olduğunu söylüyor. Farkındalık yaratacak fikirleri hayata geçirmeyi ve modernize tarım anlayışını benimseyen Yaltır, “TAC olmasaydı, ben Ceyhan’da herhangi bir çiftçi olacaktım” diyor.

Mehmet Yaltır, toprak soylu bir aileden geliyor. 1860’lı yıllarda dedesinin babası Ali Bey’in Kırım’dan Ceyhan’a gelip tarımla uğraşmaya başlamasıyla Yaltır ailesinin bu coğrafyadaki hikayesi de başlıyor. Toprakla iç içe büyüyor Mehmet Yaltır. Tarsus Amerikan’da ve daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde (o tarihte Robert Kolej Yüksek Okulu) okurken de toprak işlerinden ayrı düşmüyor. İşleri devraldığında farkındalık yaratacak adımlar atmayı kendine ilke ediniyor, tarımda modernizasyona ağırlık veriyor. Bugün dünyanın en büyük çilek üreticileri arasında ismi anılan Mehmet Yaltır ile TAC kültürünün hayatını nasıl değiştirdiğini, Robert Kolej’in Boğaziçi’ne dönüşmesi sürecindeki aktif öğrenci hareketlerini, tarımı ve çilekle yakaladığı başarıyı konuştuk.

Mehmet Yaltır’ın kişisel hikayesi nasıl başladı?

Dedemin babası Ali Bey, Kırım’dan 1860’lı yıllarda, Kırım Harbi’nden sonra Rus işgalinden kacarak Ceyhan’a yerleşir ve Ceyhan’ın ilk kurucularındandır. Ben de 1949 yılında Ceyhan’da doğdum. Tarımla uğraşan bir aileyiz. Okul yıllarından bu yana işin içindeyim. 1910 yılında Arif Yaltır ve kardaşları ünvanıyla kurulan firmamız şu an Yaltır Tarım Ürünleri Anonim Şirketi olarak devam ediyor.

TAC kültüründe öne çıkan unsurlar ve size kazandırdıkları nelerdir?

TAC’a 1960 yılında yatılı olarak başladığımda 11 yaşındaydım. Çocuktuk ve hep birlikte büyüdük, mezun olurken delikanlı olmuştuk. Beraber büyümenin getirdiği bir yakınlık ve kardeşlik duygusu hepimize yerleşti. Benim TAC’da en güzel zamanlarım ‘homeroom’ sınıflarında geçti. Sabahları derslerden önce burada toplanır, Amerikalı öğretmenlerimiz eşliğinde değişik konularda tartışmalar yapardık. Burada bir konu nasıl tartışılır, nasıl savunulur, söz nasıl alınır gibi istişare ve müzakere etmenin inceliklerini öğrenirdik. Bugün Türkiye’de çok eksikliği duyulan tartışma kültürünü o yıllarda edinmiştik. Robert’s Rules of Order kitabındaki kurallara göre söz alır, fikrimizi ortaya koyardık. Alınması gereken bir karar varsa oylama yapılır ve sonuca göre hareket edilirdi. Türkiye bu sistemi öğrenmiş olsaydı bugün bu kadar sıkıntı içinde olmazdık. Tartışmayı bile beceremeyen bir toplum durumundayız.

‘Homeroom’ aslında tartışma kültürü kadar demokratik süreçlerin de daha o yaşlarda deneyimlendiği bir alanmış.

Evet, bir anımı burada aktarmak istiyorum: Okulda iki piyes oynamak üzere oylamaya sunuldu. Benim tercih ettiğim piyes seçilmedi. Seçilen piyese göre öğretmenimiz herkese rol paylaşımı yaptı. Bana da bir rol verince “Ben zıt yönde oy verdim, bu piyeste oynayamam” dedim. Bana biraz da kızarak “Zıt yönde oy kullanmış biri olarak bu oyunda rol alman çok daha önemli aslında. Oylama bitti ve bu piyes seçildi, artık itiraz etme şansın yok, sonucu kabullenmeli ve üzerine düşen sorumluluğu almalısın” dedi. İlk demokrasi dersimi o zaman aldım. Öte yandan tartışma kültürünün önemli bir kazanımı daha vardı; o da özgüveni artırmasıydı. Bir toplulukta fikrini serbestçe söyleyebilmek kayda değer bir kişilik özelliğiydi. Bizim dönemimizde TAC’de savunduğunuz fikirde tek başınıza bile kalsanız bu mesele haline gelmezdi. Kimse sizi dışlamaz veya kötü gözle bakmazdı. Bütün bunlar TAC kültüründe ön plandaydı. Rahatlıkla söyleyebilirim ki Tarsus Amerikan’ın bugünkü konumuma gelmemde çok büyük faydası olmuştur. Ben TAC’da öğrendiklerimle Robert Kolej’de Yüksek Okul Öğrenci Birliği Başkanlığı yaptım. O dönemde öğrenci birliklerine başkanlık yapan TAC’li çok arkadaşım vardı.

Robert Kolej Yüksek Okulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşünde öğrenci birliği başkanlığı yapmışsınız. O zamanki aktivist çalışmalarınızdan da söz eder misiniz?

Ben Robert Kolej Yüksek Okulu’nun son mezunlarındanım. Okulumuzdaki tüm öğrenciler kadar benim de bu süreçte katkım oldu tabii. Bizler için zorlu zamanlardı. Okulu finanse eden ve okulun sahibi Amerikalı vakfın yetkilileri artık kaynak sağlanamayacağını ve okulu kapatmak zorunda olduklarını söylediler. Biz de bu duruma karşı çıktık. Okulun kapatılmaması, bir Türk üniversitesine dönüşerek devam etmesi gerektiğini savunduk. Öğrenci Birliği olarak bu yönde yazılar yazdık, birçok ziyaret yaptık, hükümete ve milletvekillerine gittik, yürüyüşler yaptık. Türkiye’nin çalkantılı dönemleriydi. Içimizde fikir ayrılıkları olmasına rağmen, biz gayet demokratik bir mücadele vererek okulun Boğaziçi Üniversitesi olarak devam etmesinde önemli rol oynadık. Bugün geriye dönüp baktığımızda bize gurur veren bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz.

Sizinle ilgili araştırma yaparken “TAC’yi batmaktan kurtaran adam” gibi bir tanımlama kulağımıza geldi. İşin aslını sizden dinleyelim istiyoruz.

Benim tek başıma bir kurtarıcılık yaptığımı söylemek doğru olmaz. 1960’lı yıllarda ABD’den sağlanan ekonomik imkanlar giderek azalmıştı. Okullarda da maliyeti karşılayacak şekilde ücretler artırılamıyordu. Ortaya çıkan maddi sıkıntı nedeniyle Talas Amerikan Koleji kanuni mecburiyetler gereği milli eğitime devredildi. Bunun üzerine TAC’nın efsanevi Müdürü Mr. Maynard’in gayretleriyle geriye kalan okulları nasıl kurtarabiliriz diye bir araştırmanın içine girildi. Nihayetinde SEV kuruldu. İlk önce Üsküdar, Tarsus ve Izmir’deki okulların mülkiyetini SEV’e geçirdiler ama kurucu lisanslar yine American Bord heyetinde kaldı. Ben de sonraki dönemde TAC Yerel Yönetim Kurulu’nda (Local Executive Committee) ve Okullar Merkez Kurulu’nda (Schools’ Board of Governers) başkanlık yaptım. Daha sonra SEV’de  çeşitli görevlerde bulundum. Halen  SEV Mütevelli Heyeti üyesi ve Yönetim Kurulu üyesiyim. Tüm bu süreçlerde okullarımızın muhafaza edilmesi ve daha iyi olması için çabalarımız oldu. Biz bayrağı devraldık, bir yandan da genç arkadaşlarımızı SEV’e kazandırarak bu bayrağı onlara devretmeye çalışıyoruz. Bizim bakışımız daima şöyle oldu: TAC olmasaydı ben Ceyhan’da herhangi bir çiftçi olacaktım. TAC bana dünya vizyonu kazandırdı. O zaman benden sonrakilerin de bu vizyona erişmesi için fırsat tanımalıyım diye düşündüm. Okulumu sahiplendim ve ona bağlılığımı hiçbir zaman kaybetmedim. Biz kazanımlarımızı paylaşıyoruz.

Türk çileğinin marka olma serüveni sizinle başlamış. Bu yola nasıl girdiniz ve şu an hangi aşamadasınız?

Türkiye’de çilek her zaman vardı ama biz farkındalık yarattık. Mucize yaratmadık, işimizi iyi yaptık. Çilekle ilgili ülkemizde büyük bir hamle yapılmasında ön ayak olduğumu söyleyebilirim. 1984 yılında aile işletmelerinden biri olan yağ fabrikasını Unilever’e sattık ve tarım işlerine daha çok yoğunlaştık. Tarımı nasıl daha modernize şekilde yapabiliriz diye araştırma yaptık. Bu amaçla tarımda gelişmiş Amerika, İspanya, Hollanda ve İsrail gibi ülkeleri ziyaret ettim. Geziler sırasında çilek tarımının geniş ölçeklerde yapılabileceğini gördüm. O zamana kadar aile ziraatı olarak bilinen çileğin, Türkiye’de üretilerek geniş çapta ihracatının yapılabileceğini anladım. 30 dekarlık bir alanda 1985 yılında çilek üretimine başladım. Aradan geçen 25 yılda çilek tarımını 2500 dekar alanda yapar hale geldik. O zamanlarda 100-120 ton olan üretim şimdi 12 bin tona çıktı. Çilek artık Türkiye’nin ihraç ettiği ürünler arasında yerini aldı. Her yıl 25 bin ton çilek ihraç ediliyor ve buradan 30 milyon dolar gelir elde ediliyor. Bu gelirin ülkemize sağlanmasına ön ayak olduğumuz için kıvançlıyız.

Çilek üreticiliğinin dışındaki faaliyetlerinizden de söz eder misiniz?

Fide üretimi de yapıyoruz. Ihracat pazarlarında piyasa kazanabilmek için istenilen çeşitleri üretmeniz gerekiyor. Fide üretimi bu noktada çok önemlidir. Bu çeşitler de Türkiye’de bulunmuyor. Yurtdışından getirip burada çoğaltıyoruz. Biz aynı zamanda Tarım Bakanlığı tarafından tanınmış araştırmacı bir kuruluşuz. Bu sebeple bütün çeşitleri getirip, deneyip, bunların iyilerini üretiyoruz ve çiftçilerin de üretmesini sağlıyoruz. Ürünlerimizi Rusya, Ukrayna, Romanya ve eski Doğu Avrupa diye tabir edilen ülkelerle İran, Irak ve Arabistan’ın da içinde bulunduğu 15 ülkeye ihraç ediyoruz.

AB ülkelerine ve dünyaya gıda ihracatı yapmanın koşulları nelerdir?

Avrupa’da EuroGap (GlobalGap) denen bir belge var. Bu belge iyi tarım uygulamalarının bir karnesi niteliği taşıyor. Ürünün dikildiği araziden tüketiciye varana kadar bütün aşamalarının kayıt altına alınması ve ne yapıldığının bilinmesi esasına dayanıyor. Herhangi bir sorunla karşılaşılması durumunda geriye doğru izlenebilirliğinin sağlanması böylece kolaylıkla gerçekleşebiliyor. Varsa bir sıkıntı nereden kaynaklandığının hemen bulunması sağlanıyor. Bu belgeniz olmadığı zaman Avrupa’da mal satmanız mümkün değil. Yavaş yavaş Doğu Avrupa ve Rusya da bu duruma geliyor. Türkiye’de de iyi tarım uygulamaları yapılmış ürünleri tüketiciye sunan bazı zincir mağazalar mevcut. Tüketicinin bilmeye hakkı var. Bir ürünü şüphe içerisinde tüketeceğine, ürünün iyi olduğunu kendisinin görmesi en doğru yol. Bizim ürettiğiniz çileklerin ve fidelerin ayrıştığı nokta da bu. İyi tarım uygulamalarını bilinçli olarak ürünlerimizde uyguluyoruz. Attığımız gübre ve ilaç kayıt altındadır. Hasatta ürünleri kalitelerine göre kategorize ediyoruz. Üstünü başka altını başka yapmıyoruz. Farkı yaratan bunlar aslında. Yapılması ve olması gerekeni biz fark olarak ortaya koyuyoruz. Bunlar 25 yılın emekleri, sabır isteyen işler. İnsanlar hemen sonuca ulaşmak istiyor bu da mümkün değil.

Zaman zaman medyaya üzerinde fazla tarımsal ilaç olduğu için ihraç ettiğimiz meyvelerin ülkemize iade edildiği haberlerini okuyoruz. Bu alanda denetim ve kontroller nasıl olmalı?

İnsan hastalandığında ilaç içer ama bir kutu ilacı birden içerseniz ölme riskiniz bile vardır. Dozajını ayarlamanız gerekir. Zirai ilaçlarda da bu böyledir. Bununla beraber bir de hasattan önce geçmesi gereken bir süre var. Bu dozajlara ve süreye uyduğunuz zaman hiçbir sorun yok. Ama maalesef bunlar göz ardı ediliyor. Iyi tarım uygulamalarına geçildiği zaman bunun da önü alınmış olacak. Denetlemeyi üretici kendi yapıyor zaten. Hatayı gördüğünde hemen eyleme geçebiliyor. Bunun sonunda hatayı yapanı sektörden men edebiliyorsunuz. Herkes iyi tarım uygulamalarına geçmeli. Devlet de bu konuda asli görevini yapmalı. Suçluyla suçsuzu ayırt etmeli. Herkesi bir kefeye koyarsanız adaletsizlik olur. Tüketici olarak bizlere de görevler düşüyor. Nasıl ki bir sütü alırken özelliklerine, markasına, son kullanma tarihine vs. bakıyorsanız tarım ürünlerini de alırken bakmalıyız. 50 sene önceye oranla daha iyiyiz. İnsanlar da artık yavaş yavaş her şeyin daha iyisini istiyor ve iyi olana yöneliyor. Bu biraz gelir seviyesiyle biraz bilgi ve kültürle ilgili bir durum.

Türkiye’nin tarım ülkesiyken bu alanda ithalatçı bir ülke haline gelişini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tarım ülkesiyiz ama bizdeki tarımın daha modernleşmeye ihtiyacı var. Bu da kolay olmuyor tabi. Minicik arazilerde bilinçli bir tarım yapılmasını beklemek yanlış. Karın doyurma telaşındaki çiftçinin her şeyi bilimsel yapmasını bekleyemeyiz. Tarımsal ürünlerde de salt ithalatçı bir ülke olduğumuzu sanmıyorum. Basının durumu biraz abarttığını düşünüyorum. Bir de insanımızın genelleme yapma huyu var. Ünlü spor yorumcularından biri çilekte hormon olduğu iddiasını ortaya attı ama çilekte hiçbir hormon kullanılmaz. Çilek tamamen çeşitlilik üzerine boyutlanır. Kimisi daha iridir, kimisi ufacıktır. Her iri meyve hormonlu demek değildir. Tarımda Türkiye’nin en büyük meselesi bana göre toprak bölünmesidir. Bir işletmenin usulüne uygun yönetilmesi için belli bir büyüklüğünün olması lazım. Küçücük işletmelerden doğru yönetimler beklemek saflık olur. Esasında iyi tarım uygulamaları yapmak demek, çevreyi korumak ve sizden sonra ki nesillere sağlıklı bir doğa devretmek demektir.

Ceyhan’da soyadınızı taşıyan bir ilköğretim okulu var. Eğitimin sizin hayatınızdaki yeri oldukça önemli galiba…

Ailece eğitimin yaygınlaştırılması konusunda hassas davranıyoruz. Bunun da kaynağı dedelerimizin Kırım’dan kaçarak Ceyhan’a geldiği yıllara dayanıyor. Atalarımız Ceyhan’a göç ettiklerinde hiçbir şeyleri kalmamış. Kendilerine ait ne varsa Kırm’da el konulmuş. Dolayısıyla rahmetli büyüklerimiz hep bize şunu söylerdi: “Tüm varlığınızı elinizden alabilirler ama eğitiminizi kimse elinizden alamaz. Onun için eğitim çok önemlidir.” Bu nedenledir ki bu düsturu muhafaza ediyoruz. Bu sebeple Ceyhan’da Yaltır Kardeşler İlköğretim Okulu’nu yaptık. Okula elimizden geldiğince destek olmaya devam ediyoruz. Bir gün büyüklerime sormuştum. Neden cami değil de okul yaptırıyoruz? Aldığım cevap şuydu. İbadet her yerde yapılabilir ama eğitim için Öğretmen ve okul şarttır.

Ek bilgi: Çocuklarımın birisi 98’de TAC’dan mezun olduktan sonra ABD New York’ta Hamilton College’da uluslararası ilişkiler okudu. Rusça öğrendi ve bir süre Rusya’da çalıştı.  5 yıldır birlikte çalışıyoruz. Hatta şu an Rusya’da iş kovalıyor. Diğer oğlum da  99 TAC mezunu. Amerika’da aynı üniversitede okudu ve Kanada Montreal’de McGill Üniversite’sinde  Ekonomi masteri yaptı. O da bizimle birlikte çalışıyor.

Çilek yetiştirmenin püf noktası

Bahar meyvesi olan çilek çok narin olduğu için kolaylıkla ezilebilen, küflenebilen ve mantarlanabilen bir ürün. Biz her yıl çileğimizi baştan ekeriz. Bahçenize ektiğinizde 10 yıl aynı bitkiden meyve alabilirsiniz ama her yıl baştan ekmemizin sebebi kalite ve verimi muhafaza etmek. Aynı araziye ekecekseniz toprağı mutlaka ilaçlamanız lazım. Çilek daha kumsal ve geçirgen toprak ister. Çok sıcak ve çok soğuğu sevmez. Biz üretimimizin büyük kısmını Silifke’de yapıyoruz. Hangi çeşit çileği üreteceğiniz de çok önemli. Uzak pazara ihracat hedefliyorsanız dayanıklı, yakın pazara üretim yapacaksanız daha az dayanıklı ama daha tatlı çeşitler üretebilirsiniz.

Çilekte birçok çeşit var; bunlar melezleme yoluyla elde ediliyor. Biz melezleme yaparken genetiği değiştirmiyoruz. İki ayrı çeşidin kaynaşmasıyla sağlıklı yeni çilek çeşitleri üretiyoruz. Mesela bizim Osmanlı çileğimiz güzel kokuludur ama çok ufaktır. Bu yüzden uzak yola dayanamaz ve ticareti de yapılamaz. Osmanlı çileğini Amerika’dan getirdiğimiz ve uzun yola dayanıklı olanlarla melezledik. İki de çeşit elde ettik. Bunlara Seyhun ve Ceyhun adını verdik.

Tunç Tuncay’la yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 5. sayısında (Temmuz 2010) yer aldı. Cihan Aldık tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğrafları yine Cihan Aldık tarafından çekildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Orçun Peköz tarafından yapıldı.