bread

Biodizel gelişirse tarım da gelişir

Bitkisel yağ üretimi yapan Paksoy A.Ş.’nin CEO’su İbrahim Paksoy, biodizel gibi çevreci ve yenilikçi enerji kaynaklarının üretimi için yatırım yapan bir girişimci. Fakat vergi mevzuatı yüzünden bu projesini rafa kaldırmış. Paksoy biodizelin önündeki engel kaldırılırsa tarım sektörünün de gelişeceğini söylüyor.

İbrahim Paksoy (TAC ’68), 300 yıl önce Adana’ya yerleşen toprak soylu bir aileden geliyor. Büyük dedesi Bağdat, babaannesi de Hama-Suriye’den Adana’ya gelip yerleşmiş. Çiftçilikle uğraşan kuşakların ardından aile 1950’lerde sanayileşme sürecini başlatmış. Sonra da bayrağı İbrahim Paksoy ve kardeşi Abdullah Paksoy (TAC ’72) almış. Ailenin aynı zamanda ilk TAC mezunu olan İbrahim Paksoy ile Tarsus Amerikanlılık, bir başka aile geleneğine dönüşmüş. Bugün hâlâ Tarsus Amerikan Koleji (TAC)’de Paksoy soyadını taşıyan öğrencilerin olması geleneğin gücünü ortaya koyuyor.  İbrahim Paksoy’la Tarsus Amerikan günlerini, Cornell Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarını ve Paksoy A.Ş.’yi konuştuk.

Tarsus Amerikan tesadüf mü, aile geleneği miydi?

1960’larda çevremizde Tarsus Amerikan ayarında İngilizce iyi eğitim veren çok fazla okul seçeneği yoktu. TAC’nin sınavına girdim ve yatılı okuma hakkını kazandım. Aileden TAC’ye giren ilk benim. Kardeşim, iki kızım, yeğenlerim, kuzenlerimin çocukları bayrağı benden devraldı. Benden sonra gelenler TAC’nin bölgenin en iyi okulu olduğunu biliyordu artık. 1960’da okula girdiğimizde müdürümüz Mr. Maynard’dı, ki aynı zamanda İngilizce öğretmenimizdi. Sonra Mr. McCain, bir ara da Mr. Robson müdür oldu.

Okul yıllarına dair bir anıyla devam etsek…

Okuldaki ilk gecemi hiç unutamam. Aynı mahalleden sekiz-dokuz arkadaş TAC’ye girmiştik. Hazırlıkların yatakhanesi Friendship Hall’ün üst katındaydı. Okulda gayet güzel, keyifli bir ilk gün geçirdik. Akşam karanlık çöküp yattığımızda biri ağlamaya başladı.  Ben yıllardır o kişinin Özden Özler (TAC ’67) olduğunu iddia ediyorum ama o da “ben değildim” diyor. Biri ağlayınca bütün yatakhane ağlamaya başladık. Unutulmaz bir geceydi.

Nasıl bir öğrenciydiniz?

Okulda çok yaramaz değildim fakat uslu da sayılmazdım. En yaramazımız Hasan Nazmi Uzunca’ydı. Fakat o da orta 3’te ayrıldı. Biz mezun olurken okul nüfusu hazırlık ve ortaokul dahil 230 öğrenciydi. Her kademede ikişer sınıf ve her sınıfta yaklaşık 20’şer öğrenci vardı.

Cornell Üniversitesi’ne gidişiniz nasıl bir tesadüfle oldu?

Benim pek niyetim yoktu ama babam yurtdışında okumam için ısrar ediyordu, ben de birkaç üniversiteye müracaat ettim. O zamanlar her üniversitenin kendi sınavları oluyordu. ODTÜ ve Robert Kolej’in mühendislik bölümlerine başvurdum, ikisini de kazandım. İTÜ’ye başvurmaya gerek görmemiştim, zira okuldan dereceyle mezun olanlar oraya otomatikman giriyordu. Benim amacım ODTÜ’ye girmekti. Çünkü Tarsus’ta o zamanlar öyle bir moda vardı. Bu arada Amerika’da başvurduğum okullardan kabul belgeleri de gelmeye başladı. Babam gidip üniversiteleri yerinde görmemi istedi. Ben de New York’a giderek Cornell Üniversitesi’ni gezdim. Kampuse bayıldım ve Cornell’de okumaya karar verdim. Bence hâlâ Amerika’nın en güzel kampuslerinden birisi. Cornell’e Türkiye’den gelen ilk üniversite öğrencisi bendim, mezun olduğumda 15 Türk öğrenci vardı. Cornell geleneği de tıpkı TAC gibi, ailede devam etti; kardeşim ve kızlarım Zeynep ve Oya, arkadaşlarımın çocukları da buradan mezun oldu. Neredeyse bir klan kurduk Cornell’de.

İş hayatı nasıl başladı ve gelişti?

Cornell’de makine mühendisliğini bitirdikten sonra MBA yaptım. Aslında aile işini devralmak gibi bir niyetim yoktu, ABD’de kalmak istiyordum. Ancak aile şirketi yeni projelere girişmişti ve bana ihtiyaç duyduklarını söylediklerinde mecburen döndüm. Bir yıl sonra da askere gittim. Dört ay askerlik yaptım. “Kısa dönem” askerlik uygulaması, Türkiye’de o yıl ilk kez uygulanmaya başlanmıştı. O dönemki tertipte birçok Talas-Tarsus mezunu da vardı. Tarık Bozbey (TAC ’68) ve Erhan Dumanlı (TAO ’64-TAC ’68) ile birlikte askerlik yaptım. Erhan, Talas-Tarsuslu’dur. Yedi senelik Tarsuslular ayrı, Talas’tan gelenler ayrı. Artık Talas kalmadığı için onlar da ‘ciddi’ Tarsuslu olmak zorundalar (gülüyor).

Paksoy şirketi amcanız ve babanız tarafından 1951’de kuruldu. Ana faaliyet alanlarınız neler?

Bitkisel, margarin ve sanayi olmak üzere yağ üretimiyle uğraşıyoruz. Üretimimiz daha çok pasta ve bisküvi üretenlere yönelik. Sabun da üretiyorduk, ancak kapasitesi nispeten küçük olan bu işi 2001 krizinden dolayı durdurduk. Zaten, Türkiye’de ciddi sabun tesisleri olduğundan rekabette zorlanıyorduk. Bununla birlikte sabun tozu üretimimiz devam ediyor. Pazarda bu alanda tekiz. 2006 yılında iş yelpazemizi genişletmek üzere biodizel işine girdik ve büyük bir tesis kurduk. Fakat Türkiye’deki vergi mevzuatının tutarsızlığı yüzünden bu işi sürdürmek pek mümkün olmadı. Malzemenin kendisi zaten çok pahalıydı, bir de üstüne Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) getirdiler. Bu nedenle, mazotla rekabet etmesi mümkün olmadı. Bütün dünyada biodizel için teşvik uygulaması var, bizde vergi engeli çıkartılıyor. Çünkü akaryakıttan öyle bir vergi alıyorlar ki, biodizelden bu oranda vergi alamayacakları için üretimini bu şekilde imkansız hale getirdiler. Biodizelle ilgili üretim yapan çok tesis kapandı, bizimki de atıl duruyor.

Biodizel üretiminde öncü müydünüz?

Biodizel üretiminde Türkiye’deki ilklerden biriyiz. Aslında biodizel teknolojisi oldukça basit, bu yüzden atölyelerde bile üretenler oluyor. Ancak büyük kapasiteli, kontinü tesisi ilk biz kurduk. Daha sonra Ekrem Pakdemirli bu işe girdi, fabrika açtı ama o da aynı gerekçeyle kapatmak zorunda kaldı.

Neden biodizel ve faydaları nelerdir?

Birçok faydası var ama en önemlisi çevre dostu olması. Karbon emisyonunda mazottan yüzde 90 daha iyi sonuç veriyor. Ikincisi tarımın gelişmesini sağlıyor. Biodizelin hammaddesi yağlı tohum. Türkiye’nin ciddi oranlarda yağlı tohum açığı var. Ancak biodizeli, mısır, ayçiçek, soya gibi başka tür yemeklik yağlar kullanarak da yapmak mümkün. Biodizel işi gelişirse nispeten tarımı kolay olan, çiftçiye ciddi gelir sağlayacak bu ürünlerin de tarımı gelişir ümidindeydik. Öyle olmadı ama hiç olmazsa Türkiye bu sayede kanola yağıyla tanıştı. Kanola biodizelin bir hammaddesi, şimdilerde yenebilir hale de geldi, gene de yağ piyasasındaki yeri küçük. Damak lezzetimize pek uymadığı için yaygınlaşamadı.

Türkiye’nin nasıl bir yağ tüketim alışkanlığı var?

Türkiye’de sıvıyağ tüketiminde ayçiçek yağı açık arayla ilk sırada geliyor. Mısırözü ikinci, zeytinyağı ise üçüncü sırada. Yunanistan’da kişi başına yıllık zeytinyağı kullanımı 15 kg. iken Türkiye’de zeytinyağının pahalı olması, kendine has kokusu, zeytinyağlılar ve salata dışında kullanım alanlarının sınırlı görülmesi yüzünden kişi başına yıllık tüketim 1 kg’la sınırlı kalıyor. Mısır özü de çok fazla değil, 1,5 kg Ayçiçeği yağını ise kişi başına yıllık yaklaşık 10-12 kg. tüketiyoruz.

Son zamanlarda mısırözüne artan rağbetin nedeni Amerika’daki bioalkol üretimidir. Mısırdan alkol yapıldığı için Amerika’da mısır tarımı çok gelişti. Mısırözü de bunun yan ürünü olarak ortaya çıkıyor. Pazar hacmi hem dünyada hem de Türkiye’de çok büyüdü. Sağlık bakımından çok yararlı olduğu bilinen zeytinyağının ‘Virgin’ olarak bilinen cinsinin gerçekten kendine özgü bir kokusu var. Türkiye’de 80 bin ton zeytinyağı tüketiminin belki de ancak 15 bin tonu ‘virgin’ tipi zeytinyağı, kalanı ise ‘Riviera’ dedikleri yağdır. Riviera ile ayçiçek yağı arasında tat olarak çok fark yoktur. Türkiye’de çok miktarda zeytin ağacı olmakla birlikte, ağırlık sofralık zeytin üretimindedir. Zeytinin yağ pazarındaki hacmi azdır.

Bir zamanlar pamuk yağı da üretiyormuşsunuz. Özelliği nedir pamuk yağının?

Pamuk yağı, ayçiçekten önce Türkiye’deki ilk yemeklik yağdır. Margarin üretiminde kullanılırdı. Şirketimizin Adana’da kurulmasının nedeni buydu. Pamuk bölgesinde pamuktan çiğit, çiğitten yağ elde edilirdi. Türkiye’de 1960’lara kadar pamuk yağı kullanıldı. Fakat ayçiçek tarımının genişlemesiyle ayçiçeği yağı üretimi arttı. Bunun bir avantajı şeffaf ambalajda satılabilmesiydi, dolayısıyla tüketici yağı görebiliyordu. Pamuk yağı ise soğuduğunda hemen bulutlandığı için tenekede satılırdı.

Hangi ülkelere ihracat yapıyorsunuz?

Üretimimiz iç ve dış piyasaya dönük. İhracattaki en büyük pazarımız Irak. Kuzey Afrika ülkelerinden bazılarına da bisküvi üretiminde kullanılan sanayi tipi margarin satıyoruz.

Almanya’nın fahri konsolosluğunu yapıyorsunuz. Bu ilişki nasıl başladı?

Alman Büyükelçisi Bay Born’un müşterek dostumuz Ömer Sabancı’dan Adana Fahri Konsolosluğu için güvenilir bir isim istemesi, onun da beni önermesiyle başladı. Üç yıldır bu görevi sürdürüyorum. Fahri konsolosun işi Türkiye’de Alman hükümeti ve Alman vatandaşlarının bürokratik işlerine yardımcı olmak, özellikle noterlik işlemlerinde onlara rehberlik etmek, Alman heyetler geldiğinde gerekli organizasyonları yapmak şeklinde özetlenebilir.

Paksoy’daki insan kaynağınızdan ve şirketin bugünkü durumundan söz eder misiniz?

Şu anda 80 kişiyiz ama 2001 krizi öncesi 700 kişiydik. Dönemin hükümeti 2000’de bir kur çıpası belirlemişti. Garantili kur yüzünden kimse dolarla borçlanmakta bir beis görmedi. Ancak Mart 2001’de “Bundan vazgeçtik ve kuru serbest bıraktık” deyince 680 TL olan dolar bir anda 1600’lere çıktı. O dönemde 22 banka battı ki bunlardan biri bizim de işlerimizin çoğunu üzerinden yürüttüğümüz Emlak Bankası idi. Şirket olarak o krizin yarattığı sıkıntılı durumu hâlâ üzerimizden tamamen atabilmiş değiliz.

Adana’da çok büyük bir işsizlik var. Bunun nedeni nedir sizce?

Çünkü artık Adana’da gençleri çekecek bir şey kalmadı. Kentte çok büyük daralma var, birçok önemli kurum kapandı. Gayri Safi Milli Hasılanın üretiminde 4. sırada yer alan Adana, şimdi 19. sırada yer alıyor. Bu durumda Adanalı gençlere de “Gelin burada bir şeyler yapın” demeniz pek mümkün olmuyor. Gençlerin girişimcilik cesaretinden yoksun kalan bir yerde de maalesef yatırımlar azalıyor ve işsizlik kronik bir sorun oluyor.

Tarsus Amerikan’daki basketbol tutkusu size de bulaştı mı?

Benim basketbolla pek ilgim yoktu ama kardeşim çok iyi basket oynardı. Hâlâ da bu ilgisi devam ediyor; her cumartesi okuldaki gençlerle maç yapıyor. Zaten Tarsus Amerikan’da okuyorsan basketbol oynayacaksın demektir. Üstelik yatılılık da sporu destekleyen bir unsurdu. Giriş sınavında yüksek puan alanlar yatılı olmaya hak kazanırdı. Yatılı oldukları için de spora ayıracakları daha çok zamanları oluyordu. Biz de sabah kalkınca, akşam yatmadan önce spor yapardık, beden eğitimi dersini dört gözle beklerdik. Spor derslere motive olmamızı sağlardı. Şimdikilere bakıyorum da beden eğitimi dersinde hepsi ders çalışmayı tercih ediyor.

SEV’le ilişkiniz nasıl başladı?

Yeni mütevelli oldum sayılır. Yönetim kurulundaki Muhteşem Ekenler (TAC ’77)’in yedeğiydim. Kızlarım Tarsus Amerikan’da okurken yönetim kurulunda olmak istemedim. Bir yandan veli diğer yandan mütevelli olmak prensip olarak doğru gelmedi. Onlar mezun oldu, Muhteşem de görevinden ayrılınca ben yönetim kuruluna girmiş oldum. Tarsus’ta yapılması gerekenleri o zaman da konuşuyorduk, şimdi de konuşuyoruz. Yatılılığın yeniden başlatılmasıyla önemli bir adım atıldı ama bu yetmez. TAC’de yatılı öğrencilerin okulun toplam nüfunun en az yarısı kadar olması ve kız öğrencilerin de yatılılıktan giderek daha fazla oranda yararlanmasını çok istiyorum. Ancak böylelikle Tarsus Amerikan’a eskiden olduğu gibi Türkiye genelinden öğrenci gelmeye başlar. Şimdilik hâlâ yerel bir okul havasında. Annemin bir lafı vardı: “Hasta olan iyileşene kadar, uzakta olan gelene kadar, küçük büyüyene kadar daha çok sevilir”. Tarsus Amerikan’ın durumu da böyle, bu yüzden onu daha çok sevmek ve ihtimam göstermek zorundayız.

İyi ki Tarsus Amerikan’da okudum. Çünkü…

Bambaşka bir kültür, bir dil ve bambaşka bir dünya öğrendim. Tarsus Amerikan olmasaydı bütün bunları nasıl öğrenirdim diye düşünüyorum bazen. Her şey çok farklı olurdu. TAC çevremizde yabancı dille kaliteli eğitim veren, bizlere uluslararası bakış açısı kazandıran tek okuldu.

Atık yağlar yeniden soframıza gelmesin!

Biodizel, atık yağların yeniden rafine edilip yemeklik yağ olarak karşımıza çıkmasını önleyebilecek bir çözüm yoluyken vergi yükü nedeniyle üretilemiyor. Toplu kızartma yapılan hızlı tüketim noktalarına geçen yıldan itibaren atık yağları toplama mecburiyeti getirildi. Bunlar toplanmazsa tekrar rafine edilip diğer yağlarla karıştırılıp piyasaya sürülüyor. Son derece sağlıksız bir durum bu, çünkü kızartma dediğimiz ısıl işlem sırasında yağlarda ciddi kalite bozulmaları ve hatta bir iddiaya göre de kanserojen madde oluşuyor. Bu atık yağların tekrar sisteme yemeklik olarak dönüşüne engel olmak için biodizel bir çıkış yolu olarak görüldü. Ancak bunun da üç mahsuru ortaya çıktı: Birincisi vergide atık yağlara hiçbir muafiyet getirilmedi. Ikincisi biodizeli yüzde 100 yapmanız mümkün değil, mutlaka mazotla harmanlamalısınız. Mazota yüzde 2-3 biodizel katılması gerekiyor, bu da ayrı bir altyapı ve uzmanlık gerektiriyor. Zaten kanunen mecbur kılınmadıkça hiçbir mazot dağıtımcısı da bunu yapmak istemiyor. Avrupa yasalarla bu zorunluluğu getirmiş, orada mazota yüzde 5,8 biodizel katma zorunluluğu var. Bizde bu yasal zorunluluk olmayınca atık yağları topluyor ama biodizel yapamıyorsunuz. Dolayısıyla o yağlar tekrar önümüze yemeklik olarak geliyor. Eğer Türkiye’de atık yağ toplama sistemi kurulursa on yıl içinde yıllık yaklaşık 300 bin ton atık yağ toplanabilir.

İbrahim Paksoy’la yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 6. sayısında (Ekim 2010) yer aldı. Leyla Keskiner ve Cihan Aldık tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Cihan Aldık çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Orçun Peköz tarafından yapıldı.