bread

Biyografisine sığmayan kadın: Halide Edib

İpek Çalışlar (ÜAA ’65), ‘Halide Edib: Biyografisine Sığmayan Kadın’ kitabında Cumhuriyet tarihinin en önemli isimlerinden Halide Edib’i tüm yönleriyle anlatıyor. Tarihin aslında hep birlikte yapıldığını ama erkekler lehine yazıldığını söyleyen İpek Çalışlar, “Tarihin daha doğru okunabilmesi için gölgede bırakılan kadınların gün ışığına çıkartılması gerekir” diyor.

Deneyimli gazeteci İpek Çalışlar, 2004 yılından bu yana biyografi üzerine yoğunlaşmış. İlk olarak Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın biyografisini kaleme alan ve büyük bir başarı yakalayan İpek Çalışlar, şimdi de Halide Edib’in biyografisiyle karşımızda. Biyografi yazımının çok zor ama çok zevkli bir iş olduğunu söyleyen Çalışlar, bu işin en heyecanlı yanının ‘keşif duygusu’ olduğunu belirtiyor. İpek Çalışlar’la Büyükada’daki evlerinin bahçesinde zaman zaman Oral Çalışlar’ın da dahil olduğu bir sohbette, Halide Edib biyografisinin nasıl ortaya çıktığını konuştuk:

Halide Edib’i yazma fikri nasıl ortaya çıktı?

2001 yılında Frances Kazan’ın Halide adlı romanını okudum ve çok etkilendim. Bir yabancının yazmış olduğu kitaptan Halide’yi dolaylı bir şekilde tanımaya çalışmak, beni biraz utandırmıştı. O yüzden Halide’nin yazdığı kitaplar yöneldim: Mor Salkımlı Ev ve Türk’ün Ateşle İmtihanı’nı okudum hemen. Bu okumaların ardından Halide, bana daha da ilginç geldi ve meraklandım. Bunun üzerine Ayşe Durakbaşa’nın Halide Edib: Türk Modernleşmesi ve Feminizm adlı kitabını okudum ve bu okumalardan yola çıkarak Cumhuriyet Dergi için Halide Edib’le ilgili bir yazı kaleme aldım. O sırada Halide Edib’in ailesiyle iletişim kurduk ve albümüne ulaştık. Bugüne kadar görmediğimiz çok güzel fotoğraflarla karşılaştığımızda bütün ekip şaşırdık. Bu fotoğrafların en güzel ve en çarpıcısını dergiye kapak yaptık. Yazının başlığını da “Tanımadığımız Halide Edib” koyduk. Anlatmak istediklerim dergideki dört sayfaya sığmamıştı. Yazıyı hazırlarken Ankara’dan meclis tutanaklarına kadar birçok bilgi istemiştim. Tutanakları getiren Ahmet Tan, “Bu kadar emek bir dergi için çok fazla, neden kitap yapmıyorsun?” dediğinde, dergi faaliyetlerinden çok mutlu olduğumdan dolayı bu teklifi o kadar dikkate almamıştım. ‘Latife Hanım’ kitabını yazıp bitirdikten sonra “Ben şimdi neler yapacağım?” diye düşünmeye başladığımda da Halide Edib aklıma gelmemişti. O günlerde Nazım Hikmet’in eşi Münevver’in portresini yazmayı düşünüyordum. Ama ailesi sıcak bakmayınca bu projeden vazgeçtim ve kendime yeni bir hedef aradım. Arkadaşlarımın da kışkırtmasıyla Halide Edib’e başladım.

Biyografi yazmaya nasıl karar verdiniz?

2004 yılında gazetecilik serüvenim bitmiş ve işsiz kalmıştım. O günlerde TRT döneminden arkadaşım ve çok değerli bir spiker olan Ülkü Giray’ı evinde ziyaret etmiştim. Kütüphanesinde bir kitap dikkatimi çekti: İsmet Bozdağ’ın kaleme aldığı, Latife ve Atatürk’ün evliliğinin anlatıldığı bir kitap. Ülkü Giray’dan o kitabı ödünç aldım. Kitabı eve varmadan yolda bitirmiştim. Oral eve geldiğinde de, “Artık iş aramıyorum, çok güzel bir konu buldum” dedim.

Biyografi fikriyle mi yola çıktınız?

Amacım bir biyografi yazmak değildi, araştırma yapmak istiyordum. Latife Hanım’ı ‘gazete dizisi’ olarak düşündüm başlangıçta. Kitaplığımızdaki Cumhuriyet tarihine ilişkin tüm kitapları indirdim ve çize çize okumaya başladım. Latife Hanım çalışmaları sırasında Halide Edib çok sık karşıma çıktı. Onun çok zor bulunan ve Türkiye’de baskısı yapılmayan, İngilizce kaleme aldığı iki anı kitabı var. Ayşegül Altınay sayesinde bu iki kitabın fotokopisini edindim. Latife’yi yazarken bu kitaplar çok işime yaradı. Atatürk ile Latife’nin karşılaşmasını anlatan belki de tek kişidir Halide Edib. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim: O dönemi yaşamış ve o döneme ilişkin anılarını yazmış insanların hemen hemen hiçbirisi Halide Hanım’la ilgili bir şey yazmamış ya da bir iki satırla geçiştirmiş. Onu yok saymak, unutturmak için ağızbirliği yapılmış sanki. Oysa Halide Edib, anılarında o dönemi ve dönemin kişilerini uzun uzun, ayrıntılı kaleme almış.

Daha önce biyografi denemeleriniz olmuş muydu peki?

Gazetecilik yaparken de küçük küçük biyografiler yazıyordum. Hem Cumhuriyet Dergi’de hem de Nokta dergisinde sık sık başvurduğumuz bir yöntemdi: Öne çıkardığımız kişilerin portrelerini oluşturuyorduk. İndira Gandi, Adnan Menderes, Sevgi Soysal, Deniz Türkali, Camille Claudel ve Yılmaz Güney gibi birçok kişinin portresini yazmıştık.

Gazeteciliğe nasıl başladınız?

Esas olarak ben dergiciyim, ama ondan öncesi de var. Bu mesleğe haberci olarak TRT’de başladım, uzun yıllar dış haberler muhabiri olarak çalıştım. Daha ziyade masa başındaydı işim. Çeşitli ajansları tarayıp derlemeler yapıyorduk. Oğlumuz Reşat’ın doğumu için İstanbul’a taşındıktan sonra da üç yıl TRT İstanbul Televizyonu’nda görev yaptım. 12 Eylül’de TRT’yle ilişiği kesilip başka kurumlara tayin edilen 101 kişiden biri de bendim. TRT’den ayrıldıktan sonra çok kısa bir süre Banker Kastelli’nin halkla ilişkiler bölümünde çalıştım. TRT’den spiker arkadaşım Ülkü Giray, Kastelli’nin halkla ilişkiler müdürüydü. O dönemde Oral hapisteydi, hiç kimse hayat arkadaşı hapiste olan birini işe almıyordu. Cevher Özden, “Kimin başına ne geleceği belli mi?” demiş ve beni işe almıştı. Onun da son altı ayıymış meğer! Ondan sonra Nokta, Sokak Dergisi, Cumhuriyet gazetesinde çalıştım. Beş yıl çalıştığım Nokta’da haber müdürlüğü yaptım. Nokta’nın en parlak zamanıydı ve çok cesurca işlere imza atıyordu. Daha sonra Sokak dergisi deneyimini yaşadık. Dergi, sokağın sesini duyurmak amacıyla çıkan patronsuz bir dergiydi. Sahibi de çalışanlar, yani bizlerdik. Sekiz ay çıkarabildik dergiyi ama unutulmaz ve heyecanlı bir deneyimdi.

Türkiye’de yazılan biyografi kitaplarının sayısına bakınca çok tercih edilen bir kulvar değilmiş gibi görünüyor. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?

Bence de Türkiye’de yeterince biyografi yazılmıyor. Bu alan, oldukça bakir. Oysa biyografi okumak çok zevklidir. Ben kendime “biyografi hastası” diyebilirim. Uzun, kısa her türlü biyografi benim ilgimi çekiyor. Çünkü insan hayatı, büyük sürprizlerle dolu. Bir hayatın içine girdiğinizde çok şaşırtıcı, mucizevi şeylerle karşılaşıyorsunuz. Üstelik, yazmak, okumaktan da zevkliymiş. Çünkü bir hayatı araştırma sürecinde pek çok keşif yapıyorsunuz ve bu bana büyük heyecan veriyor. Ayrıca bu süreçte şunu da fark ettim ki insanlar biyografiyle tarih okumanın da zevkine varıyorlar. Biyografi, insanlarda merak ve heves uyandırıyor: İnsanlar, o olayların geçtiği tarihsel fonu, o olayları etkileyen tarihsel faktörleri de daha yakından öğrenmek istiyorlar. Geçen gün biri kendi biyografimi yazmamı önerdi, ama otobiyografi o kadar keyifli gelmedi bana. Ben keşfetmeyi seviyorum. Bildiğim şeyleri kağıda dökmeyi değil.

Biyografi yazarken geniş bir araştırma yapıyorsunuz. Daha sonra araştırdıklarınızı kurguluyor ve yazıyorsunuz. Bu aşamada bir bocalama yaşıyor musunuz, en çok nerede zorlanıyorsunuz?

Özellikle Latife’yi yazarken kitabın ‘giriş’ bölümünde çok zorlandım: İzmir’le giriş yapayım dedim olmadı. Ailesinin hikayesini anlatarak başlayayım dedim, içime sinmedi. Bunun üzerine Orhan Pamuk’u arayıp akıl danıştım. O da, “10 tane heyecanlı giriş yaz, hangisi içine sinerse onunla başlarsın, onu eksen alarak geri dönersin” dedi. Bu fikir işime yaradı. ‘Giriş’ dediğimiz bölüm yedi-sekiz sayfalık bir bölüm ama bence kitabın en zor ve en belirleyici bölümü. Biyografi yazım tekniğine ilişkin kitaplar vardır mutlaka ama ben nedense o kitapları hiç okumadım. Aslında her işi usulüne göre yapmayı prensip edinmişimdir ama herhalde dergilerde edindiğim tecrübenin bana yol göstereceğini düşündüm.

Biyografi yazarlığı ekip işi mi ya da tek başına altından kalkılabilir mi?

Yazıyı ben yazıyorum ama mesela İnci Enginün’ün o kocaman araştırması olmasaydı ben bu çıkan işin ancak yarısını yapabilirdim. Belli ki o da bu doçentlik tezine çok uzun zaman ayırmış. Mutlaka kilit tarih kitaplarının olması gerekiyor, fakat bunlar çok eksik. Cemil (Koçak)’ın İkinci Parti adlı kitabı Halide’yle hemen hemen aynı zamanda çıktı. Elimde olsun isterdim ama neyse ki Neşe (Düzel) bir söyleşi yapmıştı. Bu söyleşiler çok işime yaradı. Neşe’ye minnettarım. O dönemi Eric Jan Zürcher çok güzel anlatıyordu, fakat Hollandalı bir tarihçiden alıntı yapmak yanlış geldi. Neyse ki danıştığım akademisyen arkadaşlar bu konuda içimi rahatlattılar: “Türkiye tarihini ondan daha iyi anlatan yok, tabii ki kullanacaksın” dediler. Sonra çok iyi bir editörlük yapıldı. Önce bir tarih editörü okudu, sonra Türkçe editörü okuyup yazım hatalarını düzeltti. Sonra bir başka tarih editörü tekrar okudu. Keşke bir haftamız daha olsaydı, dipnotların hazırlanması sırasında biraz sıkıştık, fakat baskı tarihimiz belli olduğu için o tarihe yetiştirdik. Biyografi yazarlığı tek başına olacak bir iş değil. Yeri geliyor bilgisayar takılıyor, adada Yahya Akyel diye bir arkadaşım var, onu çağırıyorum. Bunun gibi, bir sürü kişiden yardım aldım. Yazdıklarımı arkadaşlarıma okuttum, onlarla tartıştım. Bunlar değil de yükü kaldıracak bir asistanım olmadı. Kütüphanelere gitmek, fotokopileri çektirmek, kişilerle konuşmak için bir yardımcının olması hoş olurdu, en azından kitabın hazırlanması dört sene tutmazdı. Ama emeklerimize değmiş gerçekten.

Bir kitap nasıl ortaya çıkıyor? Örneğin Halide’yi yazarken nasıl bir süreçten geçtiniz?

Altı ay sadece okuyorum. Notlar alıyorum, renkli post-it’lerle kendime işaretler koyuyorum. Okuma sürecinde sadece biyografisini yazacağım kişiye ait okumalar yapmıyorum; o kişinin ilişkide olduğu insanlara ve o kişinin yaşadığı tarihe ilişkin de birçok okuma yapıyorum. Bu arada yüz yüze görüşmeler de oluyor. Bu konuşmaları hemen deşifre edip ekrana aktarıyorum. Yazmaya başlarken kafamda bölümleri oluşturuyorum. Tabii, yirmi bölüm diye planladığım bir kitap bittiğinde otuz bölüme çıkmış olabiliyor.

Daha sonra bölüm bölüm yazıyorum. Gazetecilikten gelen alışkanlığımla her bölümü, sanki bir dergi kapağı yapıyormuşçasına yazıyorum. Daha sonra karşıma yeni çıkan bilgileri o bölüme ekliyorum. Halide’yi yazarken akademisyen arkadaşım Ayşegül Altınay kanalıyla ulaştığım, Halide Edib’in anılarından gerekli bölümleri, Rita Urgan benim için Türkçeleştirdi. Dönemin İngilizce gazetelerinin çevirileriniyse ben yaptım. O döneme ilişkin Türkçe metin bulmak neredeyse imkansız. Tüm metinler ya Osmanlıca ya da İngilizce. Türkçe metin bulduğum zaman sevinçten havalara uçuyordum. Halide Edib’in bir sürü güzel makalesi var, onları kütüphanelerden toparladık. Bir kısmını Bilkent Üniversitesi’nden Mehmet Kalpaklı bana CD’ler halinde getirdi. Tüm bunlarla ne asistan ne sekreter olmaksızın tek başıma uğraşıyor, takip ediyordum. Ama sağ olsun Oral, ne zaman “bana lazımsın” desem anında yardımıma koşuyordu. Mesela İngiltere makalelerinin hepsini Oral’a okuttum. “Sen oku, ben bilgisayara geçeyim” dedim. Mesela İngiltere makalelerinin CD’ye çekilmiş kopyalarını Oral okudu, ben bilgisayara girdim. İşin en zor tarafı o kadar bilgiyi biriktirdikten sonra girecek yer yok diye bir bölümü tasfiye etmeniz.

Peki o tasfiye ettiklerinizden de bir şeyler çıkar mı?

Benim kıyamadığım bazı şeyler var, mesela 1924 tartışması. Bunları makalelerin tamamı yayımlansın diye tarih dergilerine vermeyi düşünüyorum.Tarihimizin arka planını anlatan ancak Osmanlıca oldukları için gün ışığına çıkmayan bu makalelerin yayımlanması en büyük arzum.

Halide’yi yazarken yaklaşım şeklinizi nasıl belirlediniz?

Bir tarafıyla siyasi bir tarafıyla romancı, tam anlamıyla gelişkin bir kanaat önderini yazmak kolay değildi. Ben kitabı yazarken onun hayatında önemli bulduğum çizgileri takip etmeye çalıştım. Kadın meselesindeki rolünü, Ermeni meselesine yaklaşımını, siyasette oynadığı rolü, manda meselesini, Mustafa Kemal’le çatışmasını, çocuklarıyla ilişkisini ve demokrasi tarihimize katkısını yıl yıl izledim. Işin en zorlayıcı taraflarından biri, Halide’nin anılarını yazmış olmasıydı. Dolayısıyla benim hazırladığım bu kitap anılardan farklı olmalı, başka noktalara da açıklık getirmeliydi.

Kitaba gelen tepkiler nasıl?

Kitap yayımlandıktan kısa bir süre sonra Faruk Eczacıbaşı’ndan bir telefon aldım. Kitabı okuduğunu anlattı. “Şu an İngiltere’deyim” dedi. “Sonra konuşuruz o zaman” deyince de “Yok yok, kitabın İngiltere’sindeyim” deyip güldü. Sabancı Üniversitesi’nin rektörü Prof. Dr. Nihat Berker bu sene Robert Kolej’deki mezuniyet konuşmasında Halide Edib’in biyografisini okuduğunu büyük bir heyecanla anlatmış. Bir okurum “Latife ile Halide’yi yan yana koyduğumda okuduğum en iyi Atatürk biyografisi ortaya çıkıyor” dedi. Toplumun Halide Edib’e ve tarihimize bakış açısında bir değişim yaşanıyor. En önemlisi bu. Benim çalışmamın ardından Halide Edib’in İngilizce anılarının Türkiye’de de yayınlanması gündeme geldi; bu da çok önemli bir gelişme.

Yazdığınız iki biyografi kitabının kahramanı da kadın. Neden erkek biyografisi değil de kadın biyografisi yazmayı tercih ettiniz?

Tarih aslında hep birlikte yapılıyor ama erkekler lehine yazılıyor. Kadınların haklarını iade edebilmek ve tarihin daha doğru okunabilmesini sağlamak için gölgede bırakılan kadınları gün ışığına çıkartmaya çalışıyorum. Bunlar bizim geçmişimizin önemli kadınları. Bu önemin altını çizebilirsek bizim de önemimiz ortaya çıkar. Ben bilinçli veya bilinçsiz hep kadın hareketinin bir tarafından tutmaya çalışmışımdır. Esasen yayıncı olarak tutmuşluğum daha fazladır: Kadın haberlerine hep özel önem vermiş, her fırsatta öncü kadınları tanıtmaya çalışmışımdır. 2004 yılında Cumhuriyet’ten ayrıldıktan sonra KA-DER’de (Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği) çalışmaya başladım. KA-DER beni bazı noktalarda keskinleştirdi. Kadın temsili konusunda daha hassas hale geldim. KA-DER’de çalışırken Latife’yi yazmaya başladım. Bundan dolayı konuya duyarlılığım daha da artmıştı ve Latife’nin parlamentoda temsil edilme isteğini çok önemsedim. Cumhuriyet’in başlangıç yıllarındaki bu cesur ve ısrarlı tavrın kadın hareketi tarihi açısından da çok önemli olduğunu gördüm. O yüzden bu mücadeleye kitapta büyük bir bölüm ayırdım. O yıllarda güçlü bir kadın hareketi var. Onu da bu vesileyle gündeme getirdim. Halide Edib’in de mücadelesi bu anlamda çok önemli ve yol göstericiydi. O günlerde verilen mücadeleyle günümüzde verilen mücadelenin bağlarını kurmak istedim.

Siz de bir kız okulunda okudunuz, bize okul yıllarınızdan söz eder misiniz?

Üsküdar Amerikan’daki yıllarımı ve hoş dersler okutulduğunu çok iyi hatırlıyorum. İngilizcenin kalitesi de bütün bu araştırmalarda rol oynuyor. Köklü bir İngilizce öğrenmek iyi fakat esas olan sistem bence. Dr. Canfield diye bir öğretmenimiz vardı, bize araştırma yapmayı, kütüphane kullanmayı, not kartlarına notlar almayı öğretmişti. Arada bir, Üsküdar Amerikan’daki “iyi hanımefendi nasıl yetişir” derslerinin ne kadar kıymetli olduğunu düşünüyorum. Yemek pişirme, ev düzeni, ev dekorasyonu, dikiş gibi dersler. Bir ocağın açılması, buzdolabında hangi rafa neyin konacağı gibi günlük hayatta çok kullanışlı bilgiler almıştık. Benim oğlum da bu dersleri almış olsaydı, hayatı kolaylaşacaktı. Çünkü, ben ona bazı şeyleri öğretemedim, okuduğu okulda böyle derslerin olmaması da içimde bir üzüntü oldu. Keşke bu dersler şimdi gene konsa. İngiltere’de ev ekonomisi dersleri yeniden müfredatlara girdi. Özellikle de erkek çocuklara evle ilgili pek çok pratik bilgi öğretiyorlar.

 

Biyografisine sığmayan kadın: Halide Edib

İşgale karşı isyanın hatibi… 1915 Ermeni tehcirinde sesini yükseltmiş; idam cezasına yüz yıl önce karşı durmuş birkaç aykırı isimden biri… Mahatma Gandi, Bertrand Russell ve Yahya Kemal’in yakın dostu… Ali Ayet ile Hasan Zeki’nin annesi… Yüzlerce makalenin, onlarca kitabın yazarı… Aşkın ve hürriyetin her gün yeniden kazanılması gerektiğine inanan, dünya çapında entelektüel bir kadın, Halide Edib… İpek Çalışlar (ÜAA ’65), Halide Edib: Biyografisine Sığmayan Kadın kitabında, “Halide Edib gerçeğini” tüm yönleriyle anlatıyor.

Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin en önemli kadınlarından biri olan Halide Edib Adıvar, geç de olsa bütün ayrıntılarıyla, İpek Çalışlar’ın titiz çalışmaları sonucunda günümüze taşındı. İpek Çalışlar, ‘Halide Edib: Biyografisine Sığmayan Kadın’ adlı kitabıyla Halide Edib’in hemen hemen hiç bilinmeyen yönlerini anlatıyor. Çalışlar bu kitabında Halide Edib’in Atatürk’le çatışmasından, 14 yıl sürecek sürgünlüğüne, kadın mücadelesinden Ermeni tehciri sırasındaki tavrına kadar birçok konuyu derinliğine inceleyip gündeme getiriyor. Resmi tarihin önemli isimleri birer klişeye dönüştürdüğünü söyleyen İpek Çalışlar, “Bu sayede bunca önemli isim, ilgimizi çekmeyecek hale getiriliyor. Bu duvarın arkasındakileri tanımak için istek duymaz oluyoruz. Merakımızı kaybediyoruz. Ancak yine de bir gün şeytan dürtüyor, örtüyü kaldırıp altına bakıyoruz. O zaman karşımıza ikinci engel çıkıyor. Eski dil ve yazıyla aramıza örülmüş duvar… Ya vazgeçiyoruz ya da devam ediyoruz… Devam edenler Kaf Dağı’nın ardına ulaşmış oluyorlar” diyor.

“Manevi linç” 

1884’de dünyaya gelen Halide Edib, Türkiye’nin bütün serüvenini tüm sıcaklığıyla yaşamış bir isim. Onun hayat öyküsünü okurken, Türkiye’nin yaşadığı tüm süreçlere de yakından ortak oluyoruz. Ülkedeki tüm sıcak gelişmeleri içeriden ve bire bir yaşayan Halide Edib, o günlerin en önemli tanıklarından biri. Muhalif karakterinden dolayı devletin kara listesine girdiğinden o günlerdeki Halide Edib’i ve o günlerin Halide Edib tarafından nasıl değerlendirildiğini yeteri kadar öğrenemedik. Asker selamı verdiği fotoğrafının içine hapsolmuş ya da hapsedilmiş bir Halide Edib’i tanıdık öncelikle. İşgal günlerinde yaptığı konuşmayla Sultanahmet Meydanı’nda isyan bayrağı açtığını, cepheye gidip savaştığını ve Amerikan mandasını savunduğunu biliyoruz. Ama bu yüzeysel klişe bilgilerin dışında onun hakkında derinlikli bir bilgiye sahip değiliz. “Muhalif karakterinden ödün vermeyince devlet ve erkek marifetiyle itibarsız kılınan” ve Cumhuriyet’in kurulduğu kargaşalı yıllarda adeta manevi bir “linç” yaşayan Halide Edib, gelecek kuşakların kendisini doğru algılayabilmesi için İngilizce olarak iki anı kitabı kaleme almış. Halide’nin biyografisini yazarken İpek Çalışlar’ın en çok faydalandığı kaynakların başında da bu kitaplar geliyor. İpek Çalışlar, toplam 3,5 yıllık kesintisiz bir çalışmanın ardından kitabı yayına hazır hale getirebilmiş. Bunca emek, araştırma ve yazma sürecinin sonunda Halide Edib’in biyografisine sığmadığını söyleyen İpek Çalışlar, “Her gün onunla ilgili yeni şeyler keşfetmeye devam ediyorum. Halide Edib’in bir türlü tüketemediğim yanı, onun okumaya doyamadığım makaleleri. Umarım bu makalelerden yapılacak seçkiler de kitap olarak yayınlanır” diyor.

“Şark milletlerinin fikir merkezi”

Günümüz kadınlarıyla o dönemin kadınlarını karşılaştırdığımızda İpek Çalışlar, gerek Halide Edib ve gerekse Latife Hanım için “Onlar, büyük bir imparatorluğun dünya çapındaki kadınlarıydı. Onların etkisine ve ününe bugün ulaşmak kolay değil” diyor. Bu bağlamda Halide Edib’in almış olduğu eğitimin de çok etkili olduğunu söyleyen Çalışlar, Halide’nin sonradan Arnavutköy’e taşınacak olan Amerikan Koleji’nin Üsküdar’daki binasında eğitim aldığını ve bunun yanında mürebbiyesinin ve özel hocalarının da olduğunu belirtiyor. O dönemki Amerikan Koleji’nin kurucularının feminist kadınlar olduğunu söyleyen İpek Çalışlar, özellikle okul müdürü Dr. Mary Mills Patrick’in Halide’yi şekillendiren kişi olduğunu belirtiyor. Halide’ye kol kanat geren Dr. Patrick, onun dik duruşunu ve kendine güvenini daha da pekiştirmiş. 1871 yılında kurulan bu kolej, kadınların eğitimi için uzun vadeli projelerle işe başlamış feminist eğilimli bir okuldu. Altı Amerikalı kadının birikimi olan 500 dolarla yola çıkıldı. Amerika’da öncü kadınların siyaset ve ekonomide eşitlik için mücadeleye giriştiği yıllardı. İstanbul’daki Kız Koleji’ni kurmaya gelen öğretmenler, Doğulu kız kardeşlerini ilerletmek gibi bir amaçla yola çıkmışlardı. Halide’nin anlatımıyla okul, “Yakın Şark milletlerinin bir fikir merkezi gibiydi.”

“Huysuz kadın”

Büyük adamların gölgesinde kalmak istemeyen büyük kadınların hayatını gözlerimizin önüne seren; Latife Hanım ve Halide Edib gibi tarihe damgasını vurmuş güçlü kadınları günümüze taşıyan İpek Çalışlar’a neden böyle bir tercih yaptığını sorduğumuzda “Ne zaman ‘huysuz’ sıfatıyla damgalanmış bir kadınla karşılaşsam onların müthiş kadınlar olduğunu da görüyorum. Halide Edib gibi ‘tanınmamak’, ‘yok sayılmak’, bu kadınların ortak kaderi. Bunu tersine çevirmek gerek. Ters çevirdiğimizde tarihi de doğru okumaya başlıyoruz. Bu kadınların hayatlarını ortaya çıkarıp itibarlarını iade edebilirsek, tarihimizle de yüzleşip barışmaya başlayabiliriz” diyor.

Halide Edib, Venüs’te yaşıyor!

Halide Edib’in çok sevdiği eşi Dr. Adnan Adıvar’1 Temmuz 1955 günü vefat ediyor. İpek Çalışlar, gazeteci Ayşe Arman (TAC ’87)’a verdiği röportajda Adnan Bey’in ölümünden sonrasını şöyle anlatıyor: “Adnan Bey’den sonra Halide sekiz-dokuz yıl daha yaşıyor. İki oğlu var, evine gelip giden ziyaretçiler var ama Adnan Bey’in ölümünden sonra pek bir mutluluk yok gibi. Oğulları var ama görevleri nedeniyle biri Ankara’da diğeri Adana’da yaşıyor. Halide Edib taksi çağırıp Sarayburnu’na gider, bir tane ‘petit beurre’ yer, sonra sigarasını içip geri dönermiş. Tavla ve kanasta oynuyor, polisiye roman okumaya meraklı, fallar bakıyor ve durmadan yazıyor. Bu nasıl bir yazmaktır anlamadım!”

10 Ocak 1964’te hayata veda eden Halide Edip, sade bir törenle Adnan Bey’in yanına uğurlandı. 20. yüzyıl sona ererken, Venüs gezegeniyle ilgili çalışmalar yapan bir grup bilim insanı, Venüs üzerindeki bir kratere Halide Edib’in anısını yaşatmak için “Adivar” adını verdiler.

İpek Çalışlar’la yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 6. sayısında (Ekim 2010) yer aldı. Leyla Keskiner ve Önder Kızılkaya tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Cihan Aldık çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Orçun Peköz tarafından yapıldı.