bread

Banu’nun Marangozhanesi

Banu Ergut (ACI ’85): Talaş kokusunu seviyorum

Uluslararası hukuk danışmanlığını planlarken talaş yığınları arasında ahşapla uğraşmayı tercih eden Banu Ergut, marangozluğu insanların yaşam alanlarına ruh ve sevgi katabilmek için bir araç gibi görüyor. Banu Ergut, Alaçatı’daki ‘Banu’nun Marangozhanesi’nde yöredeki taş evlere uygun ‘provance’ ve ‘country’ tarzı mobilyalar yapıyor.

Banu Ergut, avukatlık yerine marangozluğu tercih eden ilginç bir İzmir Amerikanlı. Yüreğinin sesine kulak vererek ahşabın büyüsüne kapılan Banu Ergut, İzmir – Alaçatı’da faaliyet gösteren “Banu’nun Marangozhanesi”nde birbirinden güzel ahşap eşyalar üretiyor. Alaçatı ve İzmir’deki birçok ev ve iş yerinde Banu’nun ürettiği eşyalar kullanılıyor. Banu Ergut, yaşadığını, yaşamanın tadını, sahip olduklarının değerini iliklerinde değil, tüm hücrelerinde hissediyor ve geç kalmadan bunu yapabildiği için çok mutlu olduğunu söylüyor. Kıskandıran bir keyif onunki: Deniz önünde, doğa arkasında ve o, tutkal ve talaş kokan mutlu marangozhanesinde sevdiği işi yapıyor.

1978-1985 yılları arasındaki ACI öğrenciliğin sırasında, neşenle enerjinle okula damga vuran isimlerden biriydin. Bu yılları ve o zamanın Banu’sunu nasıl anlatırsın? Şimdi kimdir Banu Ergut?

Zor soru doğrusu. O zamanın Banu’suyla bugünkü Banu sanırım çok yönden aynı, hatta son yıllarda aynı olması için uğraşıyorum. O yılların ruh halini yakalamaya çalışıyorum daha doğrusu. O yıllarda bana doğru gelen şeyler bugün de doğru geliyor. Arkadaşlık, dostluk, dürüstlük ve doğrucu olmak aynı şekilde önemli benim için. Belki geçen yıllarda daha çok darbe almış da olabilirim ama en azından bunun beni katılaştırmasına izin vermemeye çalışıyorum. Hayalperest tarafım da hâlâ yerinde duruyor… Annem “İnsanlara 100 krediyle başlama, bırak tanıdıkça zaman içerisinde kendi kredilerini toplasınlar” derdi… Bunu hiçbir zaman yapmadım, yapmayı da istemem. Her şeye ve herkese 100 krediyle başlarım. Başta o yüzden beni kolay kandırabilirler. Çünkü karşımdakinin ağzından çıkanın doğru olduğunu düşünürüm. Gerçi öyle olmuyormuş öğrendim, yine de çok bir şey değişmedi. Bu tür olumsuzluklarla karşılaştığımda çok beklemem. Hemen arkamı döner yürür giderim. Bana ters geliyorsa, değer yargıma aykırıysa maddi açıdan çok zarar edecek olsam da yürür giderim. Bunun manevi tatmini paha biçilmez. Şimdiki Banu’ya baktığımda biraz daha olgun olduğu kesin. Bir de daha tinsel. Hayata daha felsefi yaklaşıyor, daha güvenle bakıyor, daha olumlu, daha sevecen. Hayatındaki her şeyin sorumluluğunu üzerine alıyor. Kendi yaşamının mimarı olması gerektiğini biliyor ve kendini her gün eğitmeye çalışıyor. Başıma gelen her şeyin, bir şekilde benden kaynaklandığını biliyorum. Bunun sorumluluğunu alıp değiştirmek için gereken ne varsa yapmaya çalışıyorum. Hayatta gerçekleşmeyecek hiçbir hayal olamaz diye düşünüyorum. Evren ve Tanrı’yla iyi ilişkide olmaya çalışıyorum. Öte yandan hâlâ çok iddiacıyım. Hâlâ çok insanı sinir edebilirim. Beni tanıyan ya çok sever ya da gıcık olur. Şimdiki Banu biraz daha deli anlayacağınız.

ACI’dan mezun oldun, İstanbul’a hukuk okumaya gittin. Neden hukuk? Neden İstanbul?

Annem avukattı ve ben başka hiçbir şey olmayı düşünmemiştim. Tek tercihim hukuktu zaten. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1985’te en iyi hukuk eğitimi veren fakülteydi. O yüzden orayı seçtim. Amacım uluslar arası hukuk okumak, yüksek lisans yapmak ve uluslararası hukuk danışmanı olmaktı. Neye niyet, neye kısmet olayının canlı örneğini yaşadım.

1999 yılında İzmir’e, memlekete döndün. Hukuk alanının dışında çalışmaya başladın. Marangozluk işi başlayana kadar neler yaptın?

Yazsam sayfalar yetmez. İki sene hukuk serüveni devam etti, sonra babamla çalışmaya ve ticarete atılmaya karar verdim. Konu Henkel’in Ege bölge bayiliğinde temizlik maddeleri ve ekipmanları idi. Eğitimimi Henkel’den aldım. Başladım Ege bölgesinde pazarlamaya. Şoför Nebahat gibi haftanın dört günü yollarda geçerdi. Pamukkale, Denizli, Bodrum vb. tüm turizm bölgeleri ve askeriyeleri dolaşırdım. Sonra babam ortağıyla ayrıldı, ben kaldım işsiz. O sırada annem Konak Pier’in hukuk müşaviriydi. Çocukluk arkadaşlarım olan Konak Pier projesi sahipleriyle beraber projenin pazarlamasına başladım. Pazarlama kısa sürdü tabii, 33 dükkandı ve tam o sırada World Trade Center İzmir projesi başladı. Ben de hemen oraya müracaat ettim. Kemal Zorlu sağolsun, beni gayrımenkul projeleri pazarlama müdürü olarak işe aldı. Profesyonel meslek hayatımın en verimli, en keyifli ve en başarılı yılları Güçbirliği Holding’te pazarlama müdürü olduğum yıllardır. 2000 yılında proje yürütmenin durdurulması kararı sonucu askıya alınınca, bizler de işsiz kaldık. Sonra iki sene boyunca İzmir’de iş aradım ama bulamadım. Sonra yiyecek-içecek sektöründe halkla ilişkiler yapmaya başladım. İş teklifi yazlık işletmelerden geldi. Çevremizi kullanarak PR yapmamı istediler ve yaptım da. Dört değişik işletmede müşteri ilişkilerinin yanı sıra dekorasyon, restoran ve kulüp konsept çalışmalarını yürüttüm. Aslında şimdiki işimin kökleri çalıştığım yerlerin tadilat ve dekorasyonlarını yapmamla başladı diyebilirim. Dört yıl önce yoluma marangozhaneyle devam etmeye karar verdim. Çünkü gördüm ki hayatta yapmaktan en büyük zevk aldığım iş bu.

Marangozluk nereden çıktı? Neler yapıyorsun? “Şunu üretmekten müthiş keyif alıyorum” dediğin bir parça var mı? İlk işin ne oldu? Şu anda ne üstüne çalışıyorsun?

Marangozluk, marangoz atölyelerinde günler geçire geçire, yapılan malların eskitme ve cilalarını kendim yapa yapa aşkla oluştu. Güçbirliği Holding’in İstanbul ofislerini yaptığım zaman ilk işim ortaya çıktı gibi. Sonra hiç durmadım. Hep çalıştığım yerlerin dekorasyonlarına el attım, inşaat aşamalarında bulundum, öğrenmeye çalıştım. İlk profesyonel işimse Alaçatı Zeytin Konak Otel’dir. Çok severek yaptığım bir iş oldu. Orası benim nazar boncuğum, ilk gözağrım. Her sene yeni bir şeyler tasarlayarak değişiklikler de yapıyoruz. Sahibi İlknur İçingir aynı zamanda arkadaşım. Dört sene önce bana güvenip teslim etti, ben de elimden geleni yapmaya çalıştım. Çok keyif aldığım konsept bir oteldir. Şu an ev tadilatları ve yeni mobilya tasarımlarıyla uğraşıyorum. Alaçatı’daki müşterilerim daha ziyade ‘provance’ ve ‘country’ tarzı mobilyalar istiyor. Buradaki taş evlere yakışan bir konsept bu. Biraz vintage, biraz provance ve biraz country karışımı bir ruh taşıyan mutfaklar, mobilyalar, banyolar yapıyorum.

‘Banu’nun Marangozhanesi’nin bir imzası var mı? Senin bir ürünün olduğunu bir bakışta anlamamızı sağlayacak bir alamet-i farika?

Alamet-i farika oluşturmak için daha 10 fırın ekmek yemem lazım… Ama “Banu’nun Marangozhanesi” etiketini gördüğünde anlarsın. Benim tarzım müşterinin taleplerine göre esneklik gösterebilir. Dolap, sehpa gibi mobilyalarda XVI. Louise ayaklar, tik ve ceviz masaların tronalı 14 cm ayak modelleri beni hemen yakalamanızı sağlayabilir. Masa ayaklarında aşağı yukarı aynı kalınlık ve modeli kullanıyorum. Çok gösterişli oluyor kocaman masif masalarım. Sanırım onları değiştirmem. Facebook da ‘Banu’nun Marangozhanesi’ gurubum var. Oradaki albüme bakınca aslında hepsinde ortak bir ruh ve benzerlikler var. Belki biraz kaba, nadiren ince, genelde orta karar bir kalınlık dikkat çekiyor. Asla narin değil, her zaman tok mobilyalar. Dokunulası şeyler yapmak istiyorum her zaman. Cilalı cilalı mallar değil de konuşan ağaçlar gibi… Üstüne yatası gelmeli insanın hani… Öyle bir masa olmalı ki görünce üstüne uzanmayı istesin insanlar. O masanın damarlarında, dokusunda kaybolmak, sığınmak için… Nasıl tarif edeyim bilemedim!

Facebook tanınırlığını artıracak önemli bir mecra. Neden sanal zemindesin?

Hayatımın en güzel olaylarından biri Facebook. Şaka değil. Sağladığı sosyal ağ ortamı eşsiz. Sadece mallarımı sergilemek değil, hatta en son sıra ona geldi ama yıllardır yüzünü görmediğim, aynı şehirde yaşamadığım, yaşasam bile ortak sosyal hayatımın olmadığı ama çok sevdiğim, hatta yeni yeni yeniden tanıdığım onlarca insanla paylaşımım var Facebook’ta. Dün balık turnuvasında bir arkadaşım “Facebook muhabiri geldi” dedi. Çok güldüm. Ben yaşadığım çoğu şeyi bu sanal sosyal ortamda paylaşmayı seçiyorum. İçinde sevgi barındıran her şey paylaştıkça çoğalır. Çok uzun süre denize giriyorum. Milletin şehir hayatına döndüğü tarihlerden sonra aşağı yukarı üç ay uzatmam var benim deniz sezonumda. Dümdüz pırıl pırıl bir denizi sadece kendime saklamıyorum, resimlerini çekip Facebook’ta paylaşıyorum. Çoğu şeyi, insanlar hayatı daha fazla yakalamak için biraz gaza gelsinler, hatta fazla beklemeden doğaya dönsünler, dönsünler ki ona sahip çıksınlar diye yapıyorum. İnsan olmanın sorumluluğunu daha fazla yüklenmiş, algılamış ve daha duyarlı olsunlar diye yapıyorum. Şehirde yaşamanın bir şart değil, aslında bir seçim olduğunu fark edebilsinler diye belki de. İnsanları değiştirmek için bir uğraş değil benimkisi. Sadece vizyonu geniş tutmaktan söz ediyorum. Yaşamda zaten sahip olduğumuz ama bunun farkında olmadığımız güzellikleri fark edelim istiyorum. Facebook bu yüzden benim için harika bir paylaşım  aracı.

Çocukken ‘talaş’ın huzur koktuğuna inanırdım. Gerçekten öyle mi? Marangozluk tasarladığın bir ürünü ellerinle cisme dönüştürme, bunu da ‘sıcak’ canlı bir hammaddeyi kullanarak yapma işi. Bununla ‘ÖZ’ü keşfe çıkma, huzuru ve aşkı bulma arasında paralellikler kurulabilir mi?

Çam talaşının kokusu insanı huzurla doldurur, çünkü güzel kokar. Marangozluk bir vasıta aslında. İnsanların yaşam alanlarına ruh ve sevgi katabilmek için… Masifle çalışırken ben ‘aşk’ı buluyorum. Aşk derken ‘ÖZ’e, yaradılışa, saflığa, sevgiye yaklaşabiliyorum. Huzur zihinsizlikle gelir, teslimiyetle gelir… Tasvir ettiğin gibi bir çalışma için çok rahat olmak gerek, yetiştirme kaygısı olmayacak, aletleri kullanırken hiçbirşey düşünmeden çalışacaksın. Ben genelde işin son aşamasında, zımpara ve yağlama ya da eskitme-cila aşamasında daha fazla bütünleşiyorum malla. O sırada da sadece sevgiyle dokunup, kullanacak kişilerin evlerinde sevgi yayması için ağaçla bir etkileşime girmeye çalışıyorum. Ama bir oyma ustası olsaydım, sevdiğim bir müziği fona yerleştirip saatlerce ahşabı oyarken, o sana direnirken, sen suyuna gitmeye çalışırken farklı olurdu sanırım. Bence her yaratılan işte AŞK yatar. İnsanın bir şey yaratırkenki ruh hali, Tanrı’ya en yakın olduğu andır zira. Ve Tanrı AŞK’tır. Aşk ile yaratmıştır, aşkta yaratmıştır… Benim bilgim o ki; insan Tanrı’ya yaklaşmak istiyorsa, daha çok yaratmayı denemeli. Üretemeyen, yaratamayan insan ne yapsa kifayetsizdir. Zaten yaratılışı anlamak için, ÖZ’e inmek gerekir. İçinde sevgi barındırmayan her şey, her tavır, her düşünce, her duygu, seni ÖZ’ünden uzaklaştırıyor demektir. Hep sevgi içinde kalmayı dilemem ondandır.

Alaçatı’da yaşıyorsun. Yaz kış şehre iki adım mesafede yaşamak sana ne ifade ediyor?

Bana hayatı yakalamayı, özgürlüğü, istediğimi yapabilmeyi, doğayı daha çok kucaklamayı ifade ediyor. Hayvanlarla daha fazla bir arada olma şansı veriyor, yapılacak çok şey olduğunu hatırlatıyor. Böylesi bir hayatta şehrin karmaşasının yarattığı beyin uyuşması yok. Çevrende olan bitene, sürdürülen yaşamlara duyarsız kalamıyorsun. Sen tabağını almış yemek yerken, kapının önünde aç olduğunu bildiğin başka canlılar varsa, pek rahat olamıyorsun. Çam ve plenye makinasından çıkan çam talaşının kokusunu hiçbir şeye değişmem. Doku söz konusu olduğunda eski ceviz ağaçları benim gözümden yaş getirir. Zeytin ayrı bir güzeldir. Meşe bambaşka bir zerafet taşır. Mümkün olduğu kadar cilasız, naturel halini muhafaza ettiğim mobilyalar yapmaya ve malı yağlayarak kullanmaya çalışıyorum. Müşterilerime de bunları anlatıyor, önerilerde bulunuyorum. Ahşabı değişik tedarikçilerden arayarak bulurum. Kimde kuru ahşap varsa ondan almaya çalışıyorum. Bazen hurdacılardan alırım diyerek meslek sırrı vermiş olacağım ama gerçek bu…

Banu Ergut’la yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 7. sayısında (Ocak 2011) yer aldı. Leyla Keskiner tarafından gerçekleştirilen söyleşinin görsel malzemesi Banu Ergut’tan edinildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Erdem Özkan tarafından yapıldı.