bread

Nilgün Cerrahoğlu: Medyadaki tekelleşme gazeteciliğin tanımını değiştirdi

Gazeteciliğin tarihe tanıklık etmek olduğunu ifade eden Nilgün Cerrahoğlu (ÜAA ’70), günümüzde artan tekelleşmenin bu tanımı değiştirdiğini ve ‘iliştirilmiş’ gazetecilik kavramının gündeme geldiğini söylüyor. Uzun yıllardır Cumhuriyet’te yazan Nilgün Cerrahoğlu, “Maalesef medyadaki kalemler bağımsızlık arayışlarını sürdüreceklerine ve bunu güçlendireceklerine iktidarlara bağımlı hale geldiler” diyor.

Nilgün Cerrahoğlu’nun yazılarını okuyanlar onun entelektüel birikimine, zaman zaman sivrilen kalemine, yıllardan beri değişmeyen çizgisine ve ona apayrı bir hava katan renkli gözlüklerine aşinadır herhalde. Pinochet’den Bertolucci’ye, Castro’dan Pavarotti’ye geniş bir yelpazede keyifli söyleşileri; İspanya’yı, Arjantin’i, İsrail’i, Hindistan’ı anlattığı yazı dizileri; sırasıyla Cumhuriyet, Sabah, Aktüel, Milliyet ve yine Cumhuriyet sütunlarında ele aldığı siyasi, iktisadi, tarihi, kültürel yüzlerce köşe yazısının yanı sıra Cerrahoğlu’nun iki adet de yayınlanmış kitabı var.

İktisattan gazeteciliğe geçiş

“Hiç aklımda yoktu böyle bir meslek” diye başladığı gazetecilik serüveni 1979’dan beri sürüyor Nilgün Cerrahoğlu’nun. İspanya’ya ilk gittiğinde verdiği iki yıllık arayı saymazsak gazetecilikten hiç kopmuyor. Aslında ilk hayali bankacı olmak ve uluslararası kariyer yapmak. Bunun için gerekli tüm akademik süreçleri başarıyla tamamlıyor. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Ekonomi bölümü mezunu, sonra John Hopkins Üniversitesi’nde uluslar arası ilişkiler ve ekonomi dallarında yüksek lisans yapıyor. Türkiye’ye döndükten sonra dönemin en gözde kamu kurumu Sinai Kalkınma Bankası’nda çalışmayı, ardından da Dünya Bankası’na geçiş yaparak uluslararası kariyerini adım adım ilerletmeyi planlıyor. Ancak ülkede yaşanan kriz bu hayallerini gerçekleştirmesine izin vermiyor. Evde oturmayı sevmeyen biri olarak “bir yerden başlamalıyım” diyor ve önüne çıkan gazetecilik seçeneğini geçici bir süreliğine değerlendirmeye karar veriyor. Sonrasını da iki cümlede şöyle özetliyor: “Gazeteciliği anında sevdim, tıpkı virüs gibi, bir kere girdi mi içinize çıkmıyor. Bu açıdan politikaya benziyor.”

Başlangıç Tercüman, üstat Gönensay

Nilgün Cerrahoğlu, 70’lerin sonunda Tercüman gazetesinde stajyer olarak mesleğe adım attığında önünde rol model olarak Prof. Dr. Emre Gönensay var; onun asistanlığını yapıyor. Sekiz ay Tercüman’da çalıştıktan sonra genç gazetecilere Avrupa’yı tanıtma amacıyla açılan Journalistes En Europe programına katılarak Paris’e gidiyor. Burada evlendikten sonra gazetecilik kariyeri açısından önemli bir sürece tanıklık edeceği İspanya deneyimi başlıyor. “Hayatımda ilk defa bir-iki yıl hiçbir şey yapmadım, sadece İspanyolca öğrendim” dediği bu dönem “gazetecilik virüsünün” yavaş ve sinsice ilerlediği bir dönem oluyor onun içinde ve 1982’de dış muhabir olarak Cumhuriyet’e yazmaya başlıyor.

Madrid kriterleri

1982-1987 yılları arasında tarihin çok ilginç bir dönemecinden geçen İspanya’da olup bitenleri Cumhuriyet adına kaleme alan Nilgün Cerrahoğlu “gazeteciliğe asıl başlangıcım budur” dediği o günleri hararetle şöyle özetliyor: “İspanya kanlı iç savaşla başlayan ve 40 yıl süren Franko diktatörlüğünden çıkıyordu. Demokrasiye geçiş süreci başlamıştı. Bu süreç sancılı, bir o kadar da ilginçti. O dönemi yönlendiren İspanyol siyasetçilerin vizyonu vardı, ne yapmak ve nereye varmak istediklerini çok iyi biliyorlardı. Aralarında kayıkçı kavgasıyla vakit kaybetmiyorlardı.

Demokratikleşme yolunda sanki centilmenlik anlaşması yapmışlardı. Demokrasiye tehdit olarak algıladıkları güçlere, yani ordunun yeniden dizginleri ele almasına karşı ortak mücadele yürütüyorlardı. İspanya için çok önemli olan Avrupa Birliği hedefi için çabalarını birleştirmişlerdi. Zaten demokratikleşme de bunun ön şartıydı. Onlara dışarıdan dayatılmayan gerçek bir demokratikleşme istiyorlardı. Önlerine Kopenhag kriterlerini değil, Madrid kriterlerini koydular. Ben de bütün bu süreci izledim, yazdım ve daha sonra yazılarımı ‘Bir Kanlı Gül: İspanya’ adlı kitapta topladım.”

“Cumhuriyet evim oldu”

İspanya’dan İtalya’ya geçen ve 1992’ye kadar Cumhuriyet’e bu kez İtalya’dan haberler aktaran Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet’te yaşanan bölünmenin ardından Sabah’a geçiyor ve hem gazetede hem de Aktüel’de köşe yazarlığına başlıyor. 1995’te Milliyet’e transfer oluyor ki bu süreç 2001’de Zeynep Oral’ın da aralarında olduğu bir grup gazetecinin işten çıkartılmasıyla sona eriyor. Yeniden yuvaya dönen Nilgün Cerrahoğlu son on yıldır “Artık evim gibi oldu” dediği Cumhuriyet’te yazıyor.

Şablonlar hep var!

Olayları yerinde görmenin ve takip etmenin insana bambaşka ufuklar açtığını söyleyen Nilgün Cerrahoğlu, “İçinde yaşıyor olmak çok boyutlu bakışı da beraberinde getiriyor. Ancak burada şablonlar işin içine giriyor. Mesela batının kafasında yerleşmiş bir Türkiye şablonu var. Bu soğuk savaş döneminde içerde olup bitenle fazla ilgilenmeyen daha çok batının bekçiliğini yapan bir ülke şablonu. Duvarlar yıkıldı ama Türkiye şablonu ortadan kalkmadı, sadece başka bir şablona geçildi. Büyük Ortadoğu projesi üst başlığı altında bu yeni şablona ‘ılımlı İslam’, ‘İslamcı demokrasi’, ‘AKP Türkiye’si’ gibi isimler taktılar. Buraya gelen batılı gazetecilerin hemen hiçbiri bu tür şablonların dışına çıkıp gerçek Türkiye’yi anlama, izleme ve anlatma çabasına girmiyorlar. Hoş, girseler de anlayabilecekler mi kuşkularım var. Zira Türkiye hiç de kolay bir ülke değil; pek çok katmandan oluşuyor. Bizler bile zaman zaman anlamakta zorlanırken yabancılardan bunu fazla beklememek gerek belki de.”

Yunanistan giriyor, biz de girelim

1989’da Berlin duvarı yıkıldığında Avrupa Birliği, Doğu Avrupa ülkeleriyle müzakere açma kararını hızla almış, 2000’li yılların ortasında da hepsini topluluk üyesi yapmıştı. Türkiye’nin AB serüveni ise 1963’te ortaklık anlaşmasıyla başladı. Nilgün Cerrahoğlu başvurunun üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen sadece bir arpa boyu yol alınmasının faturasını iki tarafa birden çıkartıyor: “Taraflar süreci başlattılar ama hiçbir zaman sonuçlanmasını istemediler. Türkiye’nin üyeliği hem bizde hem de dışarda iç politika malzemesi olarak kullanıldı. Aslında Avrupa Birliği’nin başlangıçta ne anlama geldiğini bizim tarafın da çok iyi kavradığını sanmıyorum. ‘Yunanistan giriyor, biz de girelim’ hesabıyla hareket edildi. Demokratikleşmeyle bağı kurulamadı. O zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ortak Pazar anlamına geliyordu. Avrupa’da olmak ekonomik açıdan bizim için daha iyi fırsatlar ifade edebilir diye basite indirgenen bir söylem içinde kaldı. Öyle olduğu için de gelen her iktidar AB ile iyi ilişkiler içinde olmayı tercih etti. Türkiye’nin ilk adaylığı Helsinki zirvesinde Ecevit’in başbakanlığı döneminde ilan edildi. Çiller, Türkiye’yi gümrük birliğine soktuğunun şovunu yaptı. Recep Tayyip Erdoğan ‘benim zamanımda müzakereler açıldı’ dedi. Hepsi bunun yalnızca propagandasını yaptı ama aslında gönüllerinde yatan aslan gerçekten AB’ye üye olmak değildi bence. Çünkü Türkiye’nin AB’ye üye olması demek çok derinden bir dönüşümden geçmesi demekti ve hiçbiri bunun sonuçlarına katlanmak istemedi. O dönüşümün gerektireceği yolda karşılaşabilecekleri belirsizliklerin çerçevesini ölçüp biçemediler.” AB sürecinde Türkiye ve Birlik arasında son dönemde yaşanan restleşmenin aslında bu sürecin sonuna gelindiği izlenimini yarattığını söyleyen Nilgün Cerrahoğlu; “50 yıldır bir nadasa bırakılan bir alevlendirilen bu konuda artık tüm manevraların tükendiğinin bir göstergesidir son restleşmeler” diyor.

21. yüzyıl gazeteciliği

Gazeteciliğin en klasik tanımının tarihe tanıklık etmek olduğunu söyleyen Nilgün Cerrahoğlu, “Benim anladığım gazeteciliğin özünde bu vardı ama bu tanım 20. yüzyılın son çeyreğinde kaldı. 21. yüzyılın ilk 10 yılında ortaya çıkan tanım; iliştirilmiş gazetecilik. Maalesef medyadaki kalemler bağımsızlık arayışlarını sürdüreceklerine ve güçlendireceklerine iktidarlara bağımlı hale geldiler. Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada böyle oldu, çünkü medyada büyük bir tekelleşme söz konusu. CNN, BBC gibi global köyün televizyonları karşımızda. Her ülke uluslararası topluma hitap eden kanallar kuruyor. Türkiye’nin de var. Şimdilerde tarihe ne kadar tanıklık edildiği meçhul ama internetten umutluyum ben” diyor.

Bloglarda filitre yok

Her gün saatlerce internette zaman geçirdiğini ifade eden Nilgün Cerrahoğlu özellikle blogların ve okur yorumlarının sıkı takipçisi olduğunu söylüyor; hatta kimi zaman köşe yazılarındansa bunları satır satır okumayı tercih ettiğini itiraf ediyor: “Çünkü onlar ‘iliştirilmiş’ değiller, çok samimiler ve arada hiçbir filtre yok. Halkın nabzını tutmak, sokağı hissetmek, yazılanların okurda nasıl yankılandığını görebilmek için bunların yol gösterici olduklarını; bana adeta oksijen kattıklarını; düşüncelerimi yenilediğini ve tamamladığını düşünüyorum. Onun için okur yorumları ve blogları çok önemsiyorum.”

Bitmeyen okuma tutkusu

Bugüne kadar sadece iki kitap yayımlayan Nilgün Cerrahoğlu, zamansızlıktan yazamadığını, aslında elinde birkaç seri çıkarmasına yetecek malzeme olduğunu söylüyor. Pinochet röportajıyla 1990’da Türkiye Gazeteciler Derneği’nin röportaj dalında ‘En iyi Gazeteci Ödülü’nü alan Cerrahoğlu’nun ikinci kitabı da “Annem Batıya Gidin Dedi”. İtalyanca, İspanyolca, İngilizce ve Fransızca bilen Cerrahoğlu sadece Türk basınını takip etmiyor. Günde en az dört gazete okuyor. İnternette ise muazzam zaman geçiriyor, zaten yazmaya da bu yüzden fırsat bulamadığını belirtiyor. Hazır konu yabancı dile gelmişken röportajı Üsküdar Amerikan’la kapatalım istiyoruz. Nilgün Cerrahoğlu’na ÜAA’nın hem dünyayı algılamasına hem de bireysel gelişimine katkılarını soruyoruz: “ÜAA’da gerçekten çok iyi İngilizce öğrendik ama daha da önemlisi araştırmacı düşünce tarzını aşıladılar bize. Lisede hazırladığımız araştırma ödevleri sayesinde üniversitede hiç zorlanmadım, hatta üniversitede benim gibi ‘makale/ödev’ sunan yoktu. Bir de İngilizce edebiyat dersimiz muhteşemdi. Bize üç yıl boyunca gelen Mr. Manna adında harikulade bir öğretmenimiz vardı. Dünya edebiyatından seçme okumalar verirdi, günde 50 sayfa okuma yapardık. Gerçekten bu okul hepimize çok sağlam bir kültür verdi.”

AB’nin çifte standardı

AB tarafından İspanya’ya gösterilen iyi niyet ve yol gösterici tavır her zaman Türkiye’den esirgenmiş, ‘İslamın bahçesinde demokrasinin çiçeği açmaz’ tavrıyla ülkemize bakılmıştır. Çünkü Avrupa ve İspanya arasında çok büyük tarihi ve coğrafi ortaklıklar söz konusudur. Türkiye Avrupa’nın periferisinde yer alırken, İspanya her zaman onlara daha yakın bir ülke olmuş, sadece rejim sorunu yüzünden uzaklaşmış ama bağlarını hiç koparmamıştır. Diktatörlük döneminde de pek çok İspanyol demokrat Avrupa’ya sığınarak gerçek demokrasi uygulamaları içinde yaşamış, sonra da İspanya’nın demokratikleşme sürecinde önemli roller üstlenmişler. Mesela Alman sosyal demokrasisinin en büyük isimlerinden Willy Brandt, 1982-1996 arasında İspanya Başbakanı olacak Felipe Gonzales’i bire bir yetiştirmiştir.

Bertolucci unutulmazdı; Gonzalez etkileyiciydi

İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci ile dokuz dalda Oscar aldığı ‘Son İmparator’ filminden sonra yaptığım röportajı unutamam. O röportajda bana “Bu film benim için doz aşımı oldu. Bundan sonra kendimle nasıl boy ölçüşebileceğim, bilemiyorum” demişti. Gerçekten de öyle oldu, bir daha o çapta bir film yapmadı. Çok akıllı, çok duyarlı ve kendisini çok iyi ifade eden bir yönetmendi. Bir de eski İspanya Başbakanı Felipe Gonzalez’le yaptığım röportajı unutamam. Birkaç saat süren uzun bir röportajdı ve Cumhuriyet’te dört gün, tam sayfa yayımlandı. Gonzalez iktidarın yalnızlığını, baş edilmesi zor bir şey olduğunu anlattı. Ülkesinde tarih yazan bir insanın ağzından o gelişmeyi bire bir dinlemek çok büyük ayrıcalık ve deneyim.

Nilgün Cerrahoğlu’yla yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 8. sayısında (Nisan 2011) yer aldı. Türkşan Karatekin tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Tufan Çivici çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.