bread

Camın hesaplanamaz hali

Felekşan Onar (ACI ’84): “Camın hesaplanamaz hali beni çok etkiliyor”

Uzun yıllar bankacılık ve tekstille uğraştıktan sonra kendini birden cam sanatının içinde bulan Felekşan Onar (ACI ’84) camın doğasında olan sürpriz faktörünü çok sevdiğini söylüyor ve ekliyor “Camın planlanamaz olması, beni daha rahat bir insan yaptı”.

Hırslı bir öğrenci olarak aklına yurtdışında okumayı koyan Felekşan Onar, Cornell’e giderken eğitim göreceği alan konusunda da aynı kararlılığa sahipmiş: ekonomi. Ekonominin yanı sıra sadece sevdiği için müzik eğitimi de alan Onar, bankacılıkla başlayıp tekstil sektöründe devam eden 15 yıllık bir kariyere sahip. 2003 yılında Harvard’da aldığı OPM programını da tamamladıktan sonra iş hayatını bir kenara bırakıp cam sanatı çalışmalarına başlamış, hem de birden bire. “Durduk yere çizimler yapmaya başladım” diyen sanatçı daha sonra bunları hayata geçirmek için atölyeleri gezmeye başladığında yolu Cam Ocağı Vakfı’na düşmüş ve ”cam”la olan serüveni başlamış.

Henüz sanat aklınızda yokken ekonomi okumuşsunuz ve uzun yıllar da gerek bankacı olarak gerekse tekstil sektöründe kariyer yapmışsınız. ‘Cam’la tanışmadan öncesini biraz anlatır mısınız?

İzmir Amerikan Koleji’ni bitirdiğim zaman yurt dışında okuma gibi bir hırsım vardı. Sonuçta Cornell Üniversitesi’nde ekonomi okumayı tercih ettim. Oradaki 4 yılın sonunda da kafamda planlar oluşturmaya başladım, bankacı olmaya karar verdim. City Bank’tan çok iyi bir iş teklifi geldi. O dönemler tam da Türkiye’de Amerikan bankacılığının yeni olduğu dönemlerdi. Çok küçük yaşta büyük sorumluluklar yüklendim ama çok keyifliydi.

Cornell’de ekonominin yanı sıra müzik eğitimi de almışsınız. Sanat içinizde her zaman var olmuş galiba…

Müzik eğitimini sadece sevdiğim için aldım. Müzik beni her zaman rahatlatmıştır. Çocukken de böyleydi, piyano çalardım.

Lisedeyken ‘Talent Show’larda da çıkıp piyano çalar mıydınız? Sanat sevginiz o günlere mi dayanıyor?

Evet çalardım. Hatta ben unutmuşum ama bir arkadaşım hatırlattı, (?) giriş çıkışlarda çalınan piyanoyu da ben çalarmışım. Ortaokuldayken bizi sanat ve müzik kollarına ayırırlardı, ben müzik kolundaydım. Lise döneminde de Aysel Öğretmen vardı, sanat dersinde bir sürü şey getirirdi bize. Ama ben çok zavallı bir durumdayım, bir şeyler çizemiyorum, yapamıyorum… Bir gün elinde bir camla geldi derse. Kontür kalemleriyle boyadık, uğraştık derken o kadar hoşuma gitti ki sonradan gidip Paşabahçe’den bir sürü cam aldım ve boyamaya başladım. Hatta annem o dönemlerde bana “Kızım neden bunlarla uğraşıyorsun, gidip Floransa’ya güzel bir eğitim alsan” diyordu. Ancak ben Amerika’ya gittim.

Bankacılıktan sonra tekstil sektörüne nasıl geçtiniz?

Ailem tekstille ilgili bir yatırıma giriyordu ben de o yatırımda görev aldım. Derken aile işleri arka arkaya gelmeye başladı. Bir dönem İzmir, Söke’de kaldım. 1994’te İstanbul’a döndüm ve eşimle birlikte tekstil yatırımı yaptık. Bu arada iki tane de çocuğum oldu. Biri 20 yaşında moda dizayn birinci sınıfta okuyor. Diğeri ise 15 yaşında o da İtalyan Lisesi’nde okuyor.

Aktif iş hayatını bırakmaya nasıl karar verdiniz?

2000 ile 2003 yılları arasında, senede bir kez şubat aylarında Harvard’a giderek yine iş idaresiyle alakalı bir programı tamamladım. Bu program bittikten sonra anladım ki daha fazla tekstil işinde çalışmak istemiyorum. Şirket ortaklığım mevcutken, fonksiyonel görevimden ayrıldım ve durduk yerde çizim yapmaya başladım.

Ve birden bire hayatınıza cam girdi… Öyle mi?

Aslında birden bire çizimler yapmaya başladım, çanak çizimleri. Sonra bu çizimlerimi nasıl hayata geçirebilirim diye araştırmaya, atölyeleri gezmeye başladım. O zaman Cam Ocağı Vakfı’nı buldum. Bunun üzerine 2004 yılında kendi atölyemi kurarak cam yapmaya başladım ve 2004 yılının Aralık ayında da ilk sergimi açtım.

Atölye kurmak büyük bir adım…

Evet büyük bir adım ama farkına vardım ki kendi fırınımı almadığım sürece bu iş çok yavaş ilerleyecek. Çok da üretken bir zamanımdayım. Şu an ikinci bir atölye daha kiralıyorum. Çünkü siz çalışıyorsunuz, yapıyorsunuz, fırına koyuyorsunuz, kapağını kapatıp başlatıyorsunuz ama ondan sonra bir hafta boşsunuz. Süreçler böyle uzun vakitler aldığı için ikinci bir mekan gerekiyor.

Biraz da sergilerden bahsedelim. Sergiler nasıl gidiyor?

Aslında kısa zamanda güzel bir ilerleme oldu. Önce Türkiye’de iki tane kişisel sergi yaptım. Daha sonra bir cam galerisi tarafından keşfedildim ve o benim için bir dönüm noktası oldu. 2008 yılında Berlin’de ilk yurt dışı sergimi yaptım. Hemen akabinde Berlin’deki Bergama Müzesi dokuz ay boyunca benim üç parçamı sergilemeye başladı. Orada bir koleksiyoncu camlarımı aldı. Yabancı basında isminiz çıkmaya başladığı zaman her şey çok farklı oluyor. İnsan hemen farklı bir skalaya giriyor.

Yaptıklarınız arasında heykel olarak nitelendirilebilecek büyük parçalar olduğu gibi daha ufak dekoratif parçalar da mevcut.

Benim camla yapmak istediğim o kadar çok şey var ki… Büyük parçalarla çalışmayı gerçekten çok seviyorum. Ama mesela bu yaptığım kaktüsler, sanat mı, süs mü, dekoratif ürün mü? Birçok galeri böyle parçaları sergilemekte zorlanır. O nedenle galerilerle çalışmak istediğim sanat eserlerimi ayrı bir koldan yapmaya karar verdim. Daha dekoratif ve daha gündelik çalışmalar yapmak içinse Taksim’deki yeri kurdum. Burada ev dekorasyonuna yönelik parçalar üzerine çalışıyorum. Senede 2–3 defa temalı sergiler yapıyorum: kaktüsler, yapraklar…

Ev dekorasyonuna yönelik neler yapıyorsunuz?

Kaktüslerin yanı sıra “yapraklar” var. Dekoratör bir arkadaşımla ortak yaptığımız bir proje var “match strike”. Onlar çok nostaljikler. Böyle objeleri tekrardan yapmayı çok seviyorum. Bunlardan sadece 100 tane yaptık ve yok sattı. Kibritleri İngiltere’den geliyor çünkü “strike anywhere matches” olması lazım. Sürttüğünüz her yüzeyde yanabiliyorlar tıpkı eskiden kovboyların çizmelerine sürterek yaktıkları kibritler gibi, öyle de bir büyüsü var.

Peki, camda ne buluyorsunuz? Cam size göre nasıl bir malzeme?

Camın, işlenmeye başlamadan önce geçirgen oluşu ve geçirdiği şeyde farklı bir renk oluşturması bana çok enteresan geliyor. Yani cama dışarıdan baktığınızda farklı bir şey görüyorsunuz, camın içinden farklı bir şey görüyorsunuz. Hiçbir katı maddede böyle bir şey yok. Üç boyutlu bir yeri doldururken böyle bir malzeme kullanmak beni çok cezbediyor. Cam yapmaya başlayınca da camın hesaplanamaz hali beni çok etkiledi ve kendine çekti. Çünkü bir ekonomist olarak “rakamlar” vardır ve “formülüze” edilerek her şey hesaplanabilir. Elbette bunların da formülü var ama o kadar çeşitli girdileri var ki hepsini kontrol etmeniz mümkün olmadığından sonunda büyük bir sürpriz faktörü var. Sürpriz faktörü barındırması da çok hoşuma gidiyor.

Öğrenci yetiştiriyor musunuz?

Öğrenci yetiştirdim, ileride yetiştirmeye devam de ederim. 2008 yılında ilkokul yaşına kadar olan çocuklar için “junior” ve lise yaş grubunda olan çocuklar için “senior” olmak üzere iki yaş grubuyla iki sömestrlik çok güzel bir müfredat hazırladım. Dört yıl eğitim verdim. Camın form alışı birden fazla teknikle oluyor. Öğrencilerin bu tekniklerle tanıştığı, birlikte nasıl kullanılabildiklerini gördükleri çalışmalar yaptık. Her iki yılın sonunda da sergimizi yaptık. Tabii küçük yaşlarda bu çalışmaları yapmak zor. Çok hareketliler, çok fazla şey yapmak istiyorlar ve yaşın getirisi olarak birbirlerinin yaptıklarını kıskanabiliyorlar. Büyüklerle olan çalışma daha keyifli oldu. Hatta bu gruptan iki çocuk, daha sonra mimarlık eğitimi almaya başladı. Şu anda öyle bir vaktim ve sabrım pek yok. Ancak ilerde öğrenci yetiştirmeye devam ederim.

Örneğin SEV okullarından mezun birisi cama heves edip bu yola girmek ve sanat yapmak isterse, ona nasıl bir yol gösterebilirsiniz?

Bizim yaşımız için bunu yapan Cam Ocağı Vakfı var, İstanbul’dan bir saat uzaklıkta, oraya ulaşabilir. Ben de Cam Ocağı Vakfı’nda eğitim aldım ve kiraladığım atölye de şu an orası.

Peki, bütün bu işler nasıl yürüyor? Her zaman tek mi çalışıyorsunuz?

Birkaç teknikte tek başıma olarak çalışıyorum. Fakat üflemede en az iki kişi daha benimle birlikte çalışıyor. Bu kesinlikle yardım gerektiren bir iş. Boyut büyüdükçe daha fazla yardım gerektiriyor ya da herhangi bir üretim mantığında olduğu gibi aynı işten birden fazla yapıyorsanız o zaman bir sirkülasyon başlatmanız gerekiyor ve başka çalışanlara ihtiyaç oluyor.

İşinizin gereği hem sanatçılık hem de zanaatçılık yapıyorsunuz. Sizde bunlardan hangisi daha ağır basıyor?

Galiba sanatçılık bende daha ağırlıklı… Çünkü zanaatı ben hala bulabiliyorum. Bana zanaat olarak çok yardım eden insan oluyor, camın parlamasında, üflemesinde, kalıbı çoğaltmakta… Onun için benim daha çok sanatçı tarafım kuvvetli. Zanaatçılık çok yorucu bir iş.

Tekniklerden de kısaca bahsedebilir misiniz?

Cama yeni başlayanlar için en temel teknik ‘füzyon’ adı verilen teknik. Füzyon, düz camın yani pencere görünümündeki camın değişik şekillerde kesilip üst üste konularak fırınlanmasıyla bir araya getirilmesinden oluşan bir teknik. Bunlar genelde düz şeyler, bir bakıma kiliselerdeki vitrayın yeni versiyonu gibi. Onu aynı şekilde flam edebiliyorsunuz böylece çanak ya da dalga haline dönüştürebiliyorsunuz. Bunun ayrı bir tip fırını var ama iyi bir yüksekliğe ve hacme sahipse başka teknikler için de kullanılabilir. Diğer bir teknik de “kiln casting” denen kalıpla şekillendirme tekniği. Bu teknikte çamur ya da un gibi yumuşak malzemeden yapılan ilk eser kalıba alınıyor, sonra yumuşak malzeme içinden çıkarılarak kalıba soğuk haliyle cam dolduruluyor. Tekrar fırına veriliyor. Bu teknikler camı soğukken kullandığınız ve sıcak halini görmediğiniz teknikler. Sıcak cam farklı elbette. Sıcak camdaki ilk adım, çocuklara da bu şekilde öğretiyorum, ‘flame work’ dediğimiz boncuk yapımı. Buradaki amaç boncuk yapmak değil çocukların camın sıcakken akışkan halini görmelerini sağlamak. Cam eriyince nasıl aşağı akıyor, devamlı çevrildiği zaman nasıl top oluyor gibi farklı hallerini göstermek. Boncuğun malzemesi de fırını da farklı oluyor. Onun haricinde o bildiğimiz büyük sıcak cam atölyeleri var, kocaman fırınları olanlar. Orada üfleme tekniğiyle camı şekillendirebilir çok değişik şeyler yapabilirsiniz. Üflerken tahta ya da gazete yardımıyla şekil verebilirsiniz, bir kalıba üfleyebilirsiniz ya da kuma üfleyebilirsiniz, kum yatağının içinde verdiğiniz bir forma. Tabii bu noktada bir de camın tavlaması var, 700 dereceye ısıtılan camın 30 dereceye uygun koşullarda inmesi gerekiyor yoksa “crack” yapar. Mr. Frank ile de bunu çok tartıştık. ‘Glass Chemistry’ diye bir kitabım var, o kitaptan bunu beraberce çözüp hallettik.

Kaç defa yaktınız kendinizi bütün bu çok sıcak malzemelerle?

Kendimi çok yakmadım ama kestim. Çok tez canlıyımdır. Fırına bir şey almak için yaklaşırken, hafiften de gururumuza yediremediğimiz için doğru ekipman kullanmıyoruz. Mesela yurt dışından gelenler kolluk, gözlük vs. takıyorlar. Fakat bizim ustalarımız hiç takmıyor. Şimdi kimse takmazken benim neyim farklı ben niye takayım diye düşünüyoruz. Aslında kesme ya da göze cam parçası kaçması gibi kazalar oluyor. Bazen yanma da oluyor tabi ama Allah’a şükür benim başıma gelmedi.

Camın dışında başka malzemelerle de çalışıyor musunuz?

Camı demirle ya da mermerle çok karıştırdığım oluyor ama ana malzeme cam. Camın farklılığı galiba beni çok cezbediyor. Mesela cam yapmaya başlayalı çizim kabiliyetim çok arttı. Eskiden pek yapmazdım ama şimdi bilgisayarda çok çizim yapıyorum.

Cam tabi ki bildiğiniz bir malzeme, bir dünya ama siz onun caz gibi doğaçlama bir şey olduğunu söylüyorsunuz. Peki, cam size ne kazandırdı?

Çok şey kazandırdı. Zaten onun için bunu yapmayı seviyorum. Camla uğraşırken insan başka bir şey düşünmüyor. Meditasyon yapar gibi insanın ruhunu çok rahatlatıyor. Farklı bir şey düşündüğün an kendini ya yakıyorsun, kesiyorsun ya da o kırılıyor. Yani dikkatinin orada olması lazım. Hiçbir şey yapmadığım zaman, sırf rahatlamak için atölyeye girer şeritler halinde cam keserim. Onun dışında, ciddi yaptığım işler dolayısıyla daha önceleri kontrolcü, planlamacı biriydim ve hala da bir parça öyleyim. Ama camın planlanamaz olması, beni daha rahat bir insan yaptı.

İşin sanat kısmına dönersek; yaratma süreci nasıl gerçekleşiyor ve gelişiyor?

Genelde gördüğüm, yaşadığım şeyler ya da okuduğum kitabın hikayesi bana bir şey anlatıyor. Ben onu camda anlatmaya çalışıyorum. Mesela Antarktika’ya seyahate gittiğimde, oradaki buzullar bana bir şeyler hissettirdi. Döndüğümde camı buz blokları gibi düşünmeye başladım ve onun üzerine gittim.

Renklerde izlediğiniz bir sıra var mı?

Beni cezbeden renkler var mesela mor ve kırmızı. Biraz bilinçlendikçe hangi rengi hangi miktarda kullanmam gerektiğini görüyorum. Hatta renkler konusunda kendimi eğitmek için yayınlar alıyorum. Dekoratif şeyleri takip ediyorum. Hayatım boyunca mobilyaya çok meraklıydım. Beni Nişantaşı’na bıraksanız, ben kıyafet değil de sırf mobilya mağazası gezerim. Koltuk rengi ne oluyor, perde rengi ne oluyor, ışıklandırma nasıl vs. bunların bana çok yararı dokundu.

Peki, sanatınız söz konusu olduğunda dünyadaki durum nedir? Takip ettiğiniz sanatçılar var mı?

Elbette var. Cam zor bir konu olduğu için kadın sanatçı sayısı yine çok az. Kuzey Avrupa’da, Çekoslovakya’da bu sanat çok yaygın, onların kültürlerinde var. Japonya’da da çok yaygın, onların enteresan bir şekilde cama merakları var. Avustralya’da ve özellikle Amerika’nın batısında bu sanat için birçok okul kurulmuş. Ama Stockholm, Finlandiya ve Berlin’de sergi yapmamın sebebi, buralardaki insanların hayatlarında cama çok yer veriyor olmaları.

Sizin eserlerinizden bir tanesi de İzmir Amerikan Koleji’nde bulunuyor.

Evet. Bütün arkadaşlar ve camia bana “Niye İzmir’de sergi yapmıyorsun?” diye soruyorlardı. Ben de 2009 yılı Nisan ayında İzmir’de İKSEV’de bir sergi yaptım. Sağ olsun Mr. Frank okul sorumluluğu gereğiyle kendisi, müdür, resim öğretmeleri tam kadro açılışa katıldılar. Mr. Frank, İstanbul’daki ilk sergime de gelip çeşitli kritikler yaparak katkıda bulunmuştu. İzmir’deki serginin arkasından, bir ay sonra özellikle bir grup öğrencinin sergiyi ziyaret etmek istediğini ve benim de gelip gelemeyeceğimi sordu. Ben de gittim. Sergi toparlanırken bir tanesini okula vermek istediğimi söyledim ve çocuklar da bir tane eser seçtiler, onu koyduk.

Hayalinizde gerçekleştirmek istediğiniz bir proje var mı?

Genelde hep öyle heveslerim olur. Mesela bu sıralar başlayacak olan İstanbul Yat Sergisi’nde bir heykelim sergilenecek. Ben büyük ebatta çalışmayı çok seviyorum. Bu da o büyük boyutlu çalışmalarımdan biri. Onun devamını getirmek istiyorum.

Büyük boyutlarda çalışırken, birçok parçayı ayrı ayrı çalışıp bir araya mı getiriyorsunuz?

Evet, aynen öyle. Mesela yaptığım “Tarasana” heykeli yaklaşık 50 tane topun bir araya gelmesiyle oluştu. Ben camcılardan daha çok mimarlardan ve başka heykeltıraşlardan etkileniyorum. İlhan Koman’ın Akdeniz’i eminim hepimizi etkilemiştir, benim de ‘Akdenizim’ cam topların bir araya gelmesiyle oluşan bir kadın heykelidir. Tarasana yogadaki ilk duruş. Bunun farklı duruşlarını da yapmak istiyorum.

Türkiye’de böyle büyük parçaları sergileyen yerler bulmak zor olmuyor mu?

Çok zor oluyor. Mesela bu eser bir keresinde bir yerinden kırıldı. Bu boyutta eserler sergileneceği zaman aslında benim gidip eseri orada monte etmem gerek.

Sizin gibi bu işlerle uğraşan başka cam sanatçıları ya da heykeltraşlar var mı?

Evet, bizim birlikte çalışıp buluştuğumuz bir grubumuz var. Bu imkanı sağlayan yine Cam Ocağı Vakfı. Hepimizin ayrı kulvarları var ama bizim yaptığımız işe studio glass deniyor, studio glass işi yapan 10-15 kişiyiz. Beraber çeşitli hareketlere katılıyoruz. Mesela yıllardır bazı müzelere birlikte davet edildik; Cam Müzesi’ne birlikte davet edildik, Paşabahçe’yle birlikte eserlerimizi sergiledik… Şimdi yine Kuzey Avrupa’dan sanatçılar gelecek ve biz de onları misafir edeceğiz. Tamamı ile fahri olarak çalışan Cam Ocağı Vakfı’nın şemsiyesi altında, onun imkanlarıyla toplanıyoruz, bazı kararlar alıyoruz ve birbirimize yardımcı oluyoruz.

CAMDAN KAKTÜSLER

“Heykelsi formları ile beni büyüleyen kaktüsleri cam ile bir araya getirmek hep hayalimdi” diyen Felekşan Onar meşakkatli bir işe girmiş ve ortaya birbirinden göz alıcı cam kaktüsler çıkmış. Her biri için ayrı kalıplar hazırlanan kaktüsler 50 adet hesaplanarak “limited edition” üretilmiş ancak 45 tanesi süreçten sağlam çıkabilmiş. Sanatçı, kendi deyimiyle camdan yaptığı kaktüslerle bu asil ve iddiasız bitkiye sonsuza dek hayat vermiş.

Felekşan Onar’la yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 9. sayısında (Temmuz 2011) yer aldı. Gamze Arslan ve Leyla Keskiner tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Cihan Aldık çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Bülent Ustaoğlu tarafından yapıldı.