bread

Tuğrul Paşaoğlu: Yayıncılık dijitale göçüyor

Dijital devrimle birlikte yayıncılık alanında büyük bir dönüşüm yaşanıyor ve her şey yeniden tanımlanıyor. Geleneksel yayıncılığın var olduğu alanların çölleşmesi söz konusu. Bu yüzden “dijitale göç” başladı. Tüm bu gelişmeleri İletişim Yayınları’nın kaptanı ve Yayıncılar Meslek Birliği Başkanı Tuğrul Paşaoğlu’yla (TAO ’65-TAC ’68) konuştuk.

Tuğrul Paşaoğlu’nun İletişim Yayınları’ndaki pozisyonunu ve unvanını tanımlamak oldukça güç. Bir “kooperatif” girişim olarak yola çıkan İletişim Yayınları kolektif yapısını o günden bugüne devam ettiriyor. Buranın bir “sahip”i yok! Kurulduğu günden bu yana bu oluşumun içinde yer alan Tuğrul Paşaoğlu’na “İletişim’in Kaptanı” demek, yanlış olmaz. Paşaoğlu, sadece İletişim Yayınları için değil Türkiye yayıncılık sektörü için de önemli görevler üstleniyor. Tuğrul Paşaoğlu’yla konuşmamıza Talas ve Tarsus günlerinden başladık:

Önce Talas’ta ardından da Tarsus Amerikan Koleji’nde okudunuz. Bu okulların size kattığı en önemli değerler nelerdir?

Okulun bana kazandırdığı en önemli iki şeyden birincisi başkalarıyla birlikte yaşama kültürü ve empati, ikincisiyse uzlaşma yeteneği. Türkiye’nin farklı yerlerinden gelen farklı yapılarda birçok çocuk bir aradaydık. Üzerimizde ciddi otoriter bir yapı vardı. Bu durum bizde bir arada yaşama kültürünün gelişmesini sağladı. Bu ortam sayesinde empati ve uzlaşma yeteneğimiz de gelişti. Farklılıklarımızla bir arada olmayı, bir arada yaşamayı öğrendik. Talas’ın sert iklimi sayesinde bu durumu daha net bir şekilde yaşadık. 11 yaşında bir çocuk olarak kışın karanlığında uluma sesleri arasında bir yerden bir yere giderken sana mutlaka bir arkadaşın eşlik ederdi. O yüzden birbirini kollamak, bir arada yaşamak ve uzlaşmak gibi yetenekler kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkıyordu.

Talas ve Tarsus arasında gözlemlediğiniz ilk fark neydi? O günlere ve arkadaşlara dair birkaç anıyı bizimle paylaşabilir misiniz?

Talas’ta hafta sonunda evci çıkanlar ve sürekli okulda kalanlar vardı. Tarsus’a geçtiğimizde bu iki kategoriye bir de “gündüzlüler” eklendi. Bu arkadaşlar yatılı kalmazlardı; gündüz gelir akşam evlerine dönerlerdi. O yıllardan mimar Cemal Mutlu’yla hâlâ görüşüyor, birlikte denize açılıyor, tatile çıkıyoruz. Hayatın akışı içinde birçok Talaslı ve Tarsusluyla karşılaşıyor ve çok mutlu oluyorum. Son dönemde Tarsus’tan mezun olanları da çok merak ediyorum. Ben Talas’tan Tarsus’a geldiğimde Oral Çalışlar okuldan ayrılmış ve Tarsus Lisesi’ne geçmişti. Oral çok iyi bir futbolcuydu. Ben Tarsus Amerikan’ın kalecisiydim. Tarsus Lisesi’yle yaptığımız maçlarda Oral bana gol atmaya çalışıyordu. Özellikle de kornerden! Ben, onun bana gol atabildiğini hatırlamıyorum. Ama o da ısrarla attığını iddia ediyor.

Tarsus’ta nasıl bir ortam vardı. O yıllarda tüm dünyayı saran “68 Ruhu” Tarsus’a da uğramış mıydı?

Tarsus’tan 1968’de mezun olduk. Tüm dünyayı saran 68 ruhu, bizi de sarmıştı. Çok dışa açıktık. O yıllarda Vietnam savaşına gitmek istemeyen bir öğretmen grubu savaşın dışında kalabilmek için Tarsus’a gelmişti. Bu öğretmenler okulda yeni bir hava yarattı. Okul yıllığımız da bu havayı yansıtır. Yıllığın başlangıcında hippi afişlerinden biri vardır. Yıllık resimlerindeki giysilerimize baktığınızda 68 Türkiyesine de aykırı bir tarz içinde olduğumuzu görürsünüz. Mezun olduktan sonra Ankara’ya Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gittim. Tarsus’takilere göre fazla solcuydum, üniversitedekilere göreyse fazla hippi! 68’in enternasyonal ruhu, bana her zaman çok cazip geldi.

Üniversite yıllarında neler yaptınız?

Üniversitede siyasetin içindeydim. Cephe gerisinde koordinasyon görevindeydim. Üniversite uzun sürdü. İki-üç yıl hapis yattım. 1976’da mezun olabildim. 1974’de Türk-İş’te Dış İlişkiler Koordinatörü olarak çalışmaya geldim. Sonra İstanbul’a geldim ve DİSK’te çalışmaya başladım. Burada da koordinatör yardımcısıydım. Askerliğimi de ‘proje koordinatörü’ olarak yaptım. Son olarak da İletişim Yayınları’nın koordinatörü oldum.

İletişim Yayınları ne zaman ve nasıl kuruldu?

1975’te cezaevinden çıktıktan sonra Birikim dergisinin kuruluşunda yer aldım. İletişim Yayınları daha sonra hayata geçti. İlk göz ağrımız Birikim’dir. Birikim’in ardından Toplum ve Bilim dergisini de yayınlamaya başladık. Birikim hâlâ yayınlanıyor ve şu an dünyanın en eski beş sosyalist dergisinden biri. Toplum ve Bilim ise herhangi bir üniversiteye bağlı olmayan Türkiye’nin en eski sosyal bilim dergisi. Her iki dergi de 30 yılı geride bıraktılar.

İletişim, sadece kitap yayınlamayı mı amaçlıyordu?

İletişim Yayınları, başlangıçta ağırlıklı olarak gazetecilik yapmak üzere kuruldu. İlk olarak İMBA Ekonomi Bülteni’ni çıkarttık. 1984’te Yeni Gündem dergisini çıkartmaya başladık. Başlangıçta 15 günlüktü sonra haftalığa dönüştü. Bu derginin yayını 1988’e kadar sürdü. Bu dergi askeri cuntaya karşı bir platform oluşturmuştu. Bu platformda Hüsamettin Cindoruk’tan Bülent Arınç’a kadar çok geniş bir kesim kendisini ifade edebiliyordu. 1988 yılından sonra İletişim, ağırlıklı olarak kitap ve ansiklopedi yayıncılığına yöneldi.

İletişim Yayınları’nın yapısı ve örgütlenmesine ilişkin de bilgi verebilir misiniz?

Bir ‘kooperatif’ girişim olarak yola çıkan İletişim Yayınları kolektif yapısını o günden bugüne devam ettiriyor. Buranın bir ‘sahip’i yok! Buranın sahibi, bu projeye angaje olanların oluşturduğu ortak kuruldur. Yönetim, büyük ölçüde fiili çalışanlarla birlikte gerçekleştiriliyor. Benim görevimse koordinasyonu sağlamak. Geniş bir yayın kurulumuz ve ciddi bir danışman ordumuz var. İletişim’de şu an beşinci nesil editörler çalışıyor ve bu beni çok heyecanlandırıyor. İnternet ve web dünyasına hakim olan bu arkadaşlar, ufkumuzu muazzam bir şekilde genişletiyorlar. Biz kurulduğumuz günden bu yana mala mülke değil, insana yatırım yapıyoruz. Faaliyet gösterdiğimiz binada hâlâ kiracıyız; ama editörlerimizin çoğu doktoralarını yapmıştır.

Sadece İletişim Yayınları için değil ülkemizdeki yayıncılık sektörü için de önemli çalışmalar yapıyorsunuz. Bu konuya da değinebilir miyiz?

Yayıncılar Meslek Birliği Başkanıyım. Türkiye Yayıncılar Birliği’nde de Dijital Yayıncılık Komisyonu başkanıyım. Türkiye’de yayıncılık büyük bir dönüşüm yaşıyor. Yayıncılık, ‘esnaflık’tan endüstriye dönüşüyor. AB normları geliyor, telif hakları önemseniyor. Uluslararası standartlarda iş yapılıyor. Bu alandaki en önemli konulardan biri telif haklarıdır. Yani insanların yarattıkları ürünün sonuçlarından faydalanmalarıdır. Bu konuda İletişim Yayınları olarak epey mücadele verdik. Fakat bu, tek başına sürdürülebilecek bir konu değil. 1995’ten sonra kurulan meslek birlikleriyle beraber daha etkili bir mücadele söz konusu oldu.

Dijital devrimle birlikte yayıncılıkta ne tür değişimler yaşandı, yaşanıyor?

Dijital devrimle birlikte yayıncılığa dair her şey büyük bir dönüşüm yaşıyor ve yeniden tanımlanıyor. Geleneksel yayıncılığın var olduğu alanların çölleşmesi söz konusu. Bu yüzden ‘dijitale göç’ başladı. Burada temel mesele, içerik! İçeriğin kimde olduğu ve bu içeriği kimin yöneteceği gibi çok belirleyici sorunlar var. Bu sorunların en önemlilerinden biri, ‘hak yönetimi’. Meslek birlikleri olarak bu sorunu büyük ölçüde aşmak üzereyiz. Geliştirdiğimiz hak yönetimi sisteminde yazar, çevirmen, çizer ya da yayıncı (yani o eserin yaratılmasına katkı sunan herkes), satılan ürünün dijital kopyasını gerçek zamanlı görebiliyor. Taraflardan herhangi biri, hak ihlali oluştuğunu görürse satışı durdurabiliyor. Yani bu süreçte herkes birbirinin stratejik ortağı oluyor. Dijital olarak içerik sağlayan şirketler de bizden içerik alabiliyorlar. Yayınevi olarak bize bağlı yazarların ürettiği eserleri biz dijital olarak bizim dışımızda içerik sağlayan şirketlere de satabiliyoruz. Bunun için kitabın ISBN numarası, yayınevinin yayıncı sertifika numarası gibi birtakım bilgileri bir algoritmayla ‘dijital lisans’ haline getiriyor ve içeriğin içine gömerek bizden bu içeriği talep eden kuruma gönderiyoruz. Dolayısıyla içerik ve içeriğin yönetimi bizde kalıyor. Bu sistem, eser sahiplerine haklarını eşit, adil ve şeffaf bir şekilde gösteriyor. Yıllardır çarpık kapitalist pazar içerisinde ortaya çıkan mağduriyetlerin dijital devrim sayesinde ortadan kaldırılabiliyor oluşu, beni çok heyecanlandırıyor. Eşitlik, adillik, şeffaflık gibi benim sosyalist değerlerimle kapitalist akışın bir noktada örtüşmesi ve benim değerlerimin galip gelmesi, beni ayrıca keyiflendiriyor.

Dijital devrimle birlikte kitaplar ne olacak, nasıl bir görünüm alacak?

1950’lilerde TV ticarileştiğinde, bir grup radyocu, TV için “geçici bir heves” ya da “oyuncak” dediler ve battılar. İkinci grup radyocular ise “çaldığımız şarkıcıların karşısına bir kamera koyarız, olur biter” deyip ‘görsel radyo’ yaptı ve onlar da battılar. Daha geniş düşünebilenler ise bir bileşime gidip programlar yapmaya başladılar. Ayakta kalan bunlar oldu. Dijitalde de benzer bir durum var. “Bu olmaz” diyenlerin bir süre sonra kendileri olmayacak. “Ne olacak kitap elimizde duruyor, metni sayılaştırırız olur biter” diyenlerin de geleceği yok. Artık yeni bir kitap söz konusu. Bu kitabın içinde hareketli ve hareketsiz görüntüler, ses, interaktif unsurlar ve birçok dijital olanaklar var. Evde ipad’inizde okumaya başladığınız bir kitabı araba sürerken kaldığınız yerden dinleyecek ve okumanızı bir başka biçimde sürdürebileceksiniz örneğin! Umberto Eco’yla başlayan post-modern romanda roman artık çok katmanlı bir hale geldi. Post modern bir kitabı, polisiye bir roman olarak okuyabileceğiniz gibi bir aşk romanı olarak gözü yaşlı bir şekilde de okuyabilirsiniz. Bu kadar çok katman içermeyen klasik romanlar, çok güzel film ya da dizi olabilirken çok katmanlı post modern romanlar e-kitap olabilirler.

Okuma ya da izleme alışkanlıklarımızda ne tür değişiklikler olacak?

“Upload” (yükleme) ve “download” (indirme) esasına dayalı teknolojiler, bana göre geçicidir. Bu durum bana biraz VHS-BETA videoları anımsatıyor. ‘Yükleme’ ve ‘indirme’ kavramları bence geçici kavramlardır. Günümüz teknolojisindeki kalıcı eğilimi ‘Stream’ (akıtma) kavramıyla açıklayabiliriz. Her şey gerçek zamanlı ve çevrim içi olacak. Bir diğer temel kavram da ‘subscription’ (abonelik) olacak. Abone olacağız; kitapları, dergileri, filmleri, müzikleri çevrim içi ve gerçek zamanlı izleyeceğiz. Gelecek burada! Bu durum, bütün iş modellerini değiştirecek. Bu modelde bilgiye her an her yerde erişebileceğiz, kapatıp yeniden başlayabileceğiz, bilgileri bir yere yüklemek zorunda kalmayacağız.

Yeni teknolojiler sayesinde herkes yazdığı kitabı, çektiği filmi, bestelediği şarkıyı kolaylıkla internete yükleyip paylaşabilir. Bu durumda yayıncı ve yapımcıların da varlık nedenleri ortadan kalkabilir. Sizce böyle bir tehlike var mı?

Evet, herkes her ürettiği şeyi internete yükleyerek paylaşabilir. Fakat o kadar çok paylaşılan bilgi ve ürün var ki internette… Bunların hedef kitleye hızlı ve doğru bir şekilde ulaştırılması gerekiyor. Facebook, Twitter gibi birçok sosyal paylaşım sitelerinde ve diğer mecralarda bunların tanıtılması gerekiyor. Bu tür görevleri de yazarlar, şairler, yönetmenler üstlenmeye kalkarsa yaratıcı yeteneklerini yitirebilirler.

Siz telif hakları ve korsanla mücadele konularında da önemli çalışmalar yapıyorsunuz. Bu konuya ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

Bir şeyi bir kez çoğaltabiliyorsanız, o şeyi istediğiniz zaman ve istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Hele bu, dijital ortamda çok daha olanaklı. Bir eser çoğaltılıyorsa o eseri üretene elbette bir telif hakkı ödenmesi gerekir. Fakat burada eser sahibinin telif hakkı ile kullanıcının bilgi edinme hakkı arasında bir denge kurmak lazım. Bir Ahi Evran sözü vardır: “Olma keser gibi hep bana hep bana, ol testere gibi bir sana bir bana”… İşte böyle bir sistemi oturtmamız gerekiyor. Yani üretenin telif hakkıyla toplumun bilgi edinme ve bilgiyi paylaşma hakkını dengelememiz gerekiyor. Örneğin herhangi bir şiiri alıp sevgilimize gönderdiğimizde bu, kişisel kullanıma girer ve ‘kişisel kullanım istisnası’ denen sistem çerçevesinde herhangi bir telif söz konusu olmaz. Bu tür kullanımlardan doğan telif hakkını karşılayabilmek için dünyada üretilen her bilgisayardan, ithal edilen her fotokopi makinesi ya da hard diskten belli bir para kesilir (bazı cihazlarda cihaz bedelinin yüzde 3.5’i kadar). Bu paralar, devlet tarafından toplanır ve meslek birlikleri aracılığıyla eser sahiplerine dağıtılır. Ama Türkiye’de toplanan bu paralar, Maliye Bakanlığı’nda kalıyor; meslek birliklerine dağıtılmıyor. Avrupa ülkelerinde bu rakam yıllık 60-65 milyon Avrolara kadar çıkıyor. Avrupa’daki meslek birlikleri, üyelerinin ihtiyarlık ve sağlık sigortalarını bu paralarla karşılıyorlar. Ama Türkiye’de bu amaçla toplanan paralar, meslek birliklerine verilmiyor. Bu noktada yazarların ve yazar örgütlerinin çok daha aktif olması gerekiyor. ‘Kapıkulu’ kültüründen ‘vatandaşlık’ mertebesine geçebilmek için bu tür mücadelelerin ısrarla verilmesi gerekiyor.

Tuğrul Paşaoğlu’yla yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 9. sayısında (Temmuz 2011) yer aldı. Önder Kızılkaya ve Leyla Keskiner tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Tufan Çivici çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Bülent Ustaoğlu tarafından yapıldı.