ara
face
Son Yazılar
Yazının DevamıSezar ve Napolyon, turşunun askerleri için cesaret kaynağı olduğunu söylemişler....
Yazının DevamıYapımının hayli zor olması nedeniyle tadı ve kıvamı taklit edilemeyen...
Yazının DevamıBüyükannelerimizi işlerken gördüğümüz ve bir dönem demode bulunarak çeyiz sandıklarında...
Yazının Devamıİlkbaharın habercisi leylekler, özellikle Türkiye’de en sevilen hayvanlardan biri. Öyle...
Yazının DevamıSoğuk kış aylarının sıcacık yemişi… “Kestane kebap yemesi sevap…” Sobanın...
Adım kadın, kadınım hükmüm yoktur
Türk popu daha ilk şarkısında, ortaya bir kadın yerleştirmiş: “Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde, ‘tatlı bir kız’ yaşarmış Boğaziçi’nde…” Masal böyle başlamış. Masalı yazan ya da anlatanlar, en azından ilk başlarda -tesadüf bu ya, hep erkekmiş. Fecri Ebcioğlu ve Sezen Cumhur Önal şarkı yazarken, genel gidişatın dışına çıkmayı hiç akıllarına getirmemişler; kadın ya da kadınlık durumuna, herkesin baktığı çerçeveden bakmayı sürdürmüşler. Türk sineması, Türk tiyatrosu gibi; herkes, her şey gibi… Uğraşmalarına-düşünmelerine, fazladan ter dökmelerine gerek kalmamış elbette. Nasılsa, “Kadın dediğin bir oyuncaktır; onunla gönül eğlendirilir, aldatılır, terk edilir, bir başına bırakılır, süründürülür…” Bazen erkekler, onlarcası arasından bir tanesini seçer ve onunla evlenirlermiş ama, aynı şeyler bu evlenilmiş olana da yapılır, her şey aynen devam edermiş. Bir zaman sonra şarkı sözü yazmaya bizzat kadınlar da niyetlenmiş ama pek fazla şey değişmemiş; bizzat kadınların kendisi bile, işe aynı pencereden bakmaya devam etmiş. Sonraları, çok sonraları; Fikret Şeneş, Mehmet Teoman, Şanar Yurdatapan, Aysel Gürel ve Leyla Tuna başta olmak üzere, işi farklı yönden ele alan, buna çabalayan isimler çıkmış çıkmasına ama bu genel durumu değiştirmeye hiçbir zaman yeterli olmamış. 90’lı yılların pop patlaması ile birlikte de bazı kadın şarkıcılar, bir ellerine Kate Millett, diğer ellerine Erica Jong kitapları alarak ortaya çıkmışlar ama, bu durum artık çok geç kalındığı için insanları güldürmekten başka işe yaramamış. Yani hep aynı masal anlatılmış: Bir varmış, bir yokmuş…
BURÇAK TARLASI’NDAKİ GELİN
Türk popunun öncülerinin (Alpay, Tülay German, Erol Büyükburç, İlham Gencer…), yola ilk koyuldukları sıralarda, başlarını dahi kaşıyacak vakitleri olmamış. Yepyeni bir müzik türünü tanıtma ve kabul ettirme çabası ile fazlasıyla meşgulmüşler. Bu nedenle hiçbiri, işin Türkçe söz kısmı üstünde uzun boylu düşünecek bir vakit bulamamış. Aslında buldular da, bu daha çok, Türkçe sözlerin kime yazdırılacağı konusuyla sınırlı kaldı. Batılı bir müziğin, yabancı sözlerle söylenmesi adettendi ve İngilizce, İspanyolca, Fransızca, İtalyanca’nın yanına, Türkçe’nin konuluvermesini kimse kolaylıkla kabul edememişti. Kulakların alıştırılması gerekirdi öncelikle. Bu nedenle “Türkçe olsun da, nasıl olursa olsun” dedi herkes. İnce elenip sık dokunulmadı, aksine akşam verilmiş siparişlerin sabaha yetişmesi istendi. Sabah hazır edilen şarkılarda da sürpriz bir şey yoktu: “Jale, Fatma, Neriman ne demiş, buna Canan gücenmiş…” Hem Fecri Ebcioğlu hem de Sezen Cumhur Önal, önlerine gelen her fırsatta bol bol kadın ismi sayıp döktüler. İşleri güçleri dedikodu yapmak olan, bir erkeğe sahip olmak için kendilerini perişan eden kadınlardı bunlar. Fecri Ebcioğlu’nun, Ajda Pekkan’a, ısrarlı bir şekilde ‘üçüncü kadın’ şarkıları yazmış olması, bunun bir parça, bile isteye yapılmış olduğunu akla getiriyor. Ebcioğlu, Ajda Pekkan’a yazdığı ilk şarkıda bile böyle bir seçim yapmıştı. “On Yedi Yaşında” adlı şarkıda; bizimki (kendinden belki bir parça küçük) birine aşık oluyor, “akranın mı senin on yedi” sataşmalarına aldırmadan onunla köşe başlarında buluşuyor; derken apansız bir şekilde çocuk toz oluyor ve bizimki “şimdi köşe başında bir ben bir gölgem” diye ağlaya zırlaya derdini anlatıyordu bize: “Ağladım ben çok ağladım… aşkımız kaldı yarım…” Ne olsundu başka?
Sana “öyle olmaz” denmişken sen kulak asma, kendinden küçüklerle buluş et, adını ‘hafif’e çıkar; sonra da ilişkinin devam ederek bir yere bağlanmasını bekle. Olacak şey değilmiş, olmamış da. Akranı makranı yerinde aşklardan bile kayda değer bir sonuç çıkamamış. “İlkokulda Tanışmıştık” adlı şarkıda, çocuğun biriyle “çocukça anlaşmış” olan Ajda Pekkan; ilkokul biter, ortaokul günleri gelip çatar, fakülteye geçilir ve bu sefer şeytanın bacağı kırılacak gibi gözükürken, ama Ebcioğlu’nun ama herifin keyfi böyle istedi diye yine yüzüstü bırakılmıştı.
Kızcağızın derdine yine biz kulak vermek zorunda kalmıştık: “Duydum ki evlenmişsin, bana da zavallı demişsin…” Darbelerden darbe beğenememiş şarkı sözü yazarımız. Adam hem terkediyor, hem “zavallı” diyor. Atilla İlhan olsa sorardı, “hangi zavallı?” diye. Çok çapkın, içki içen ve egoist “Sevdiğim Adam”ı, ebe olmaktan bıkılan “Saklanbaç”ı, ikinci bir kadına yerlerde sürünülerek yalvarılan “Onu Bana Bırak”ı, ikinci kadının bırakılıp bizzat kendisinin kalbe basılması için naif naif yakarılan “Üç Kalp”i hiç açmayalım. Bunların hiçbiri Ajda Pekkan’ın başını beladan kaldırmaya yetmedi. Aksine giderek çamura battı, taa karşısına Fikret Şeneş çıkana kadar.
FABRİKADA TÜTÜN SARAR
Aslında, Erdem Buri’nin gözetiminde işini görmekte olan Tülay German’dan ‘kadın’ konusunda başka bir çerçeve, başka türlü bir bakış beklenebilirdi. Her şeye, her şarta rağmen her türlü özgürlüğü savunmuş olan German-Buri çifti ‘sol’ demenin dahi insanı ipe götürmeye yettiği günlerde, “Yarının Şarkısı” gibi son derece muhalif bir şarkı yapmış olmalarına rağmen, ne yazık ki kadın sorunu ya da sorunsalının civarından bile geçmeyi akıl edemediler. Ya da belki ettiler ama, onlar da, o zaman moda olduğu üzere, bu işi, tek başına almaya gerek görmedi ve kabaca, “bütün toplum özgür olursa, kadınlar da zaten olacaktır” diye özetlenebilecek bir görüş ile kendilerini kandırdılar, bu konuyu savuşturdular. Aynen Melike Demirağ’ın, Şenay’ın, Timur Selçuk’un yaptığı gibi… Bu isimler ve benzerleri tarafından, her türlü sorun şarkılarda dile getiriliyordu getirilmesine ama, iş bir türlü kadına gelmiyor, gelemiyordu. Zaten 60’lar boyu, dolaysız olarak kadından söz eden hiç şarkımız olmadı. Kendinizi zorlasanız, belki Gönül Yazar’ın “Çapkın Kız”ını sayabilirdiniz ama, Ülkü Aker’in niyeti, yalnızca çapkınlığın erkeklerin tekelinde olmadığını anlatmak olduğundan, bu da işe yaramazdı. Doğrudan doğruya kadından söz eden ve bunu doğru bir şekilde yapan ilk şarkımız için 70’leri beklemek zorunda kaldık.
Bora Ayanoğlu, her nereden aklına geldiyse, “gün doğarken her sabah” ve “gün batarken her akşam” kapısından geçen “başı önde yorgunca” bir kızı anlatmaya kalkmış ve herkesin yüreğini dağlamıştı. “Fabrika Kızı”nın yaşamı, Alpay’ın sesinden her tarafa dağılıp, herkes tarafından ilgi görünce, “sosyal içerik” ve “kadın” temaları bolca kullanılmaya başlanmış, söylemeye gerek bile yok, yüzlere gözlere de bulaştırılmıştı. Bu konudaki en derli toplu örnek yine Bora Ayanoğlu tarafından yazıldı. Hümeyra tarafından seslendirilmiş “Adım Kadın”, kadın olmanın ne demek olduğunu anlatan ilk şarkımız oldu: “Adım kadın, kadınım hükmüm yoktur…” 90’lara kadar da, ilk ve son da diyebiliriz. Çünkü daha sonra bunun devamı gelmedi, kimse bu şarkının kaldığı yerden devam etmeye niyetlenmedi. Belki bu şarkının, yalnızca Ajda Pekkan’ı değiştirdiği söylenebilir. Süperstar olma yolunda hızla ilerleyen şarkıcımız, artık başka bir kimli- ğe bürünmeye karar vermiş ve Fikret Şeneş’in öncülüğünde, ayakları yere basmaz bir feminizm bayrağı açmaya kalkışmıştı.
KÖLE MİYİM SANA BEN?
Aslında geleceği görmüştü her iki kadın; Ajda Pekkan da, Fikret Şeneş de. Öyle erkek peşinde ömür tüketmeler, “benimle evlen” diye yakarmalar, “aldatmazsan kölen olurum” demeler kalmayacaktı artık. “Artık yetti, burama kadar geldi” deyip “Palavra” ile bayrak açılmış, “Sana neler edeceğim” ile mücadeleci ruhun arzusu duyurulmuş, “Sana ne kime ne” ile de sokağa çıkılmıştı. Hayalleri gerçek yapmanın zamanı gelmişti: “Hür doğdum hür yaşarım… Köle miyim sana ben?.. Zararım kendime…” İnandırıcı da olmadı değil. Bayrağı açan, her zaman tek başına ayakta kalabilmeyi bilmiş, bizi bunu yapabildiğine inandırmış olan Ajda Pekkan’dı. Kimse de, “hadi canım sen de…” demedi. Kimsenin aklına; “haklısın, hür doğdun hür yaşa da, ne yapacaksın ama, ne istiyorsun ya da bize ne anlatmaya çabalıyorsun” diye sormak gelmedi. Bu değişimin makul bulunmasıyla yetinildi, altı üstü kurcalanmadı. Bu nedenle, bu özgürlük ya da başına buyrukluk rüzgarından “fabrika kızı”nın payına ne düşeceğini hiç bilemedik. Kızımız, fabrikada tütün sarmaya devam edecekti etmesine de; müdür, şef, ustabaşı ile nasıl baş edecekti?.. Bu iktidar kurulunun karşısına, durduk yerde “sana ne kime ne” diye çıktığında her şey yoluna girebilecek miydi? Öyle olmayacaktı elbette ama kimin umurundaydı bu? Ajda Pekkan ve bir avuç başka kadın “kapı açık, arkanı dön ve çık” diyerek adamları kapının önüne koyacak, “ne varsa bende var” diye bir başkasını çağıracak ama bir şey değişmeyecek, her şey herkes için aynı olmaya devam edecekti. Arada bir aklı başında birileri (“Biz Kadınlar” ile Mehmet Teoman ve Pakize Suda) çıkacak, işi tersine çevirmeye niyetleneceklerdi ama, sesi daha gür çıkan bir başkası, “bana ne, onu alma beni al” diye ortaya çıkıp her şeyin sil baştan olmasına sebep olacaktı. “Kız seni yerler”, “kız hepsi senin mi?” gibi saldırgan sloganlarla yeniden burun buruna gelinen 90’ları ise bir kalemde geçmek gerekir. Masummuş gibi yapılan bu tür laf atmalar ya da tacizler, belki artık kadınların sokağa çıkmalarını engellemiyor, eve kapanmalara sebep vermiyor ama, oldukça ince bir “haddinizi bilin” mesajı da ulaştırmıyor değil: “İpleriniz elimizde, bazen gerer, bazen gevşetiriz.” Bizzat kadınlar bile bunu böyle bilip böyle dile getiriyor. Belki işe gerçekten “muhalif” bir yakadan bakanlardan çok şey beklemeliyiz. Özellikle hem “kadın” hem de “muhalif” olanlardan. Rojin’den, Aylin Aslım’dan, Şebnem Ferah’tan mesela. Ya da benzerlerinden. Çok zaman alacak ama başka çare yok. Bu mevzunun eli kulağında değil, hiç de olmadı. “Bambaşka Biri”, “bambaşka bir toplum” olmaya daha çok var.
Naim Dilmener tarafından kaleme alınan bu yazı, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 12. sayısında (Nisan – Mayıs 2009) yer aldı. Yazıda kullanılan görseller, Naim Dilmener’in arşivinden edinildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır ve Orçun Peköz tarafından yapıldı.