bread

Müjdat Gezen: Kendinle yarışırsan hep birinci gelirsin

2010 şubat ayında 50. sanat yılını kutlayan ünlü tiyatro ve sinema sanatçısı, şair ve eğitmen Müjdat Gezen, Doğa Koleji’nde “2010 Yılının Sanatçısı” seçildi. Ödülünü almak üzere Acarkent Doğa Koleji’ne gelen Müjdat Gezen, Doğa öğrencilerine oyunculuk, tiyatro ve yaşamla ilgili önemli tavsiyelerde bulundu.

Usta tiyatrocu “Bir işi sevmekle başlıyor her şey” diyor ama kendisi ilkokulda “eli sopalı” bir öğretmeninin zoruyla tiyatroya ilk adımı attığını da itiraf ediyor. Sanat yaşamı boyunca hiçbir pişmanlık yaşamadığını söyleyen Gezen, “Dünyaya yeniden gelsem yine oyuncu olurdum” dedi. Seminerden önce Acarkent Doğa Koleji’nde kısa bir gezinti yapan Müjdat Gezen, kampüsü çok modern bulduğunu söyledi. “Yetimler Gülümsemek İster Projesi” hakkında Acarkent Öğrenci Meclisi üyelerinin açıklamalarını dinleyen sanatçı projeyi gönülden desteklediğini ve böyle önemli sosyal bir konuyu gündemlerine alarak kendilerince çözüm gayretinde olan Doğa öğrencilerini de duyarlılıklarından ötürü kutladı. UNICEF yararına birçok sosyal kampanyayı hayata geçiren Müjdat Gezen, bu tip toplumsal yaralara yediden yetmişe herkesin hassasiyet göstermesi gerektiğini belirtti.

Oyunculuğa nasıl başladınız?

Tiyatroya 10 yaşındayken öğretmenim sayesinde başladım. 3. sınıfa giderken bir gün öğretmenim elinde “Küçük Çiftçiler” diye bir piyesle geldi. Oradaki başrolü benim oynayacağımı söyledi. “Oynayamam, yapamam herhalde” dedim. Öğretmenim “oynayacaksın” dedikçe ben “oynayamam” diyordum. O zamanlar 1 metrelik tahta cetveller vardı ve çok amaçlı kullanırdı. Yani yalnız ölçü almak için değil, adamın boyunun ölçüsünü de alırdı. O cetvelle kafama vurdu ve “oynayacaksın” dedi. ‹yi ki de vurmuş kafama. 1953 yılıydı o zaman. 57 yıl geçmiş üzerinden. Anneme ilk kazandığım parayı götüreli 57 yıl olmuş demek ki. Ben o gün öğretmenimin zoruyla tiyatroya başladım, kendi isteğimle değil. Ama onu hep rahmetle anıyorum, iyi ki o cetveli kafama vurmuş.

Türkiye’de sanatın özgürce icra edildiğini düşünüyor musunuz?

Gerçeği söylemek gerekirse Türkiye’de her konuda özgürlük var. Mesela ben “Mustafam Kemalim”, “Hergelekon Davası”, “Adalet Pantolonun Kemeridir”, “Tayyip’in Sinirli Lambası” gibi politik oyunlar oynuyorum. Kimsenin bir ses çıkardığı yok. Sanatta da herkes istediğini yapabiliyor, sınırlama yok ama otosansür var. ‘Aman şunu yaparsak telefonumu dinlerler, aman bu lafı söylersem ters anlaşılır mı’ diye kendi kendimize sansür uyguluyoruz. Benim için böyle bir şey söz konusu değil. Çünkü ben devlet yardımını reddeden tek tiyatroyum; bu bakımdan kendimi çok bağımsız ve özgür hissediyorum.

Tiyatroda önceye göre ilerleme kat ettik mi yoksa hala aynı yerde miyiz?

Her konuda ilerleme var. Eskiden çok paramız yoktu ve küçük prodüksiyonlar yapabiliyorduk. şaşaalı dekorlar devlet ve şehir tiyatroları dışında özel tiyatrolarda pek bulunamazdı. Ama biz mesela “Mustafam Kemalim”i oynarken Atatürk’ün otomobilinin ve Kurtuluş Savaşı’ndaki kostümlerinin aynılarını yaptırabildik. Yani birazcık para harcayabiliyoruz. Eskiye göre bu açılardan bir ilerleme var. Bir de daha iyi oyun yazarları yetişti.

Tiyatrocu olmak isteyenlere ne öneriyorsunuz?

Eczacı da, hukukçu da, tiyatrocu da olmak istiyorsan eğitim şart. Bir de severek yapmak çok önemli. Mesela sevilerek yapılan çöpçülük, sevilmeyerek yapılan doktorluktan iyidir bence. Çünkü bir işi sevmek ile başlıyor her şey. Başarının temelinde sevgi yatıyor, ardından da o işin eğitimi ve yetenek geliyor. Bizim mesleğin en büyük özelliği de yetenekli olmak. Tıpta, mühendislikte, coğrafyada çok büyük bir yeteneğe ihtiyaç yok ama sanatta eğitimden önce yetenek geliyor.

Türkiye de tiyatronun geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Türkiye’nin geleceğini nasıl buluyorsam, tiyatronun geleceğini de öyle buluyorum. Çünkü birbirinden soyutlanmıyor öyle şeyler. Her şeyimiz de bir yamukluk olduğu gibi tiyatromuzda da son yıllardaki gidişinde biraz böyle bozukluklar var. Çünkü insanoğlu en kolay konfora alışır. Biz uzaktan kumandaya çok alıştırdık kendimizi. Eşofmanları giyip ekranın karşısında istediğin diziyi, filmi eve getirmek varken tiyatroya gitmek zorlaştı. Bu insanoğlunun doğasında olan bir şey.

Oyunculuğun tanımı son zamanlarda oldukça değişti. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Ben oyunculuk mesleğine para, pul, şöhret diye baktıklarını pek sanmıyorum çünkü tiyatrodan para kazanılacağına inananlar üzülürler. Benim 250 kişilik bir salonum var; tamamen dolu oynuyoruz oyunlarımızı ama 1000 liralık zarara giriyoruz. Tiyatro para getirmez ama size başka şeyler getirir. Ödüller getirir, sizin gibi öğrencilerden olumlu yaklaşımlar getirir. Tiyatroculuk çok zevkli bir meslektir ama zengin mesleği değildir. Yani ben tiyatroculuktan değil, hep tiyatronun getirdiği reklam filmleri, televizyon programları, diziler gibi yan işlerden kazandım.

Yetiştirdiğiniz birçok öğrenci var, hepsi de başarılı projelerde yer alıyor. Bir eğitmen olarak öğrencilerinizin başarısı sizi ne hissettiriyor?

55 öğrencim dizilerde başrol oynuyor; insan gurur duyuyor tabi. Mesela Serdar Orçin Antalya Film Festivali’nde En İyi Oyuncu Ödülü’nü almış. Telefonda bana, “Hocam ödül aldık” dedi, “ödül aldım” demedi. Benimle, okuluyla, arkadaşlarıyla, öğretmenleriyle paylaştı o başarıyı; gurur duydum. Dizilerdeki karakterler için yönetmenlere bizim okuldan oyuncu arkadaşları tavsiye ediyorlar. Birbirleriyle dayanışma içindeler, bu da beni çok sevindiriyor. Zaten tiyatronun böyle bir sıcaklığı vardır, insanın dünyasını değiştirir yani. Bir kere bu sahneye çıktınız mı ondan sonra her şey çok güzel olmaya başlar.

Şimdiye kadar yazdığınız oyunlarda hep başkalarına kazandırmışsınız. Zamanında hiç “keşke kazanmak için yazsaydım” dediniz mi?

Tiyatroda para kazanılmaz. Herkes para biriktirdi ben insan biriktirdim. Benim için hayatta en büyük hazine odur.

Politik yönden sıkıntılı dönemlerde de tiyatro yaptınız. Zorlandınız mı?

Zorlanmadım ben, direk cezaevine girdim. 12 Eylül zamanında bir kitap yazmıştım, Savaş Dinçer de resimlemiştibu kitabı. Bundan dolayı 12 Eylül’denbeş sene sonra herkesi tutuklarken bizi de aldılar içeriye. Amerikan filmlerinde gördüğümüz bir sahne vardır ya ‘50 kişilik bir grup, tek tip elbise,ellerinde ve ayaklarında zincirler…’ Aynı öyle bir manzara vardı bizi de aldıklarında. Savaş, “Eyvah bize de zincir vururlar mı” dedi. Ben de “Deli misin oğlum, biz kitap yazdık vururlar mı hiç” dedim ama maalesef vurdular. Sultanahmet Adliyesi’ne ayağımıza ve elimize o zincirler vurulmuş bir halde gittik. Bir taşa oturtturdular, biraz sonra duruşmaya çıkacağız ve beraat edeceğiz diye düşünüyorduk. Aramızdan iki kişi kalktı tuvalete gitti. O sırada bizden sorumlu olan astsubay bunların ikisine de sıkı bir dayak attı. Ben de bunların nasıl o zincirleri çözdüğünü anlamadım ve komutana nasıl gittiklerini sordum. Meğer adamlar kilit hırsızıymış. Bir dakikada açmışlar kilidi. Tuhaşardı ama kaçacaklarına tuvalete gittiler. Cezaevinde kaldığım sürece bardağın boş tarafına değil de biraz Nasrettin Hoca gibi oradaki ilginç ve eğlenceli yanları görmeye çalıştım. Beş yıl sonra da bunları anılar şeklinde yazdım.

Kariyeriniz de geldiğiniz noktadan memnun musunuz?

Kariyerimde geldiğim noktaya hiç hayatım boyunca bakmadım. Neredeyim, ne yapıyorum diye hiç ilgilenmedim. İnsanın birey olarak yukarıdan bakınca bir toz tanesi kadar ufak olduğuna inanıyorum. Onun için kendimle barışık biriyimdir. Bakın hayatta üç şeyi iyi yönetiyorsan sorun yoktur. Bir tanesi şöhret… ‘Sen benim kim olduğumu biliyormusun?’ gibi laşar çok fena laşardır. Müjdat Gezen olsan ne olur, bilmem kim olsan ne olur. İkincisi içki ve sigaradır. Hiç içmemek en güzelidir. Ben hiç içmedim hayatımda ağzıma hiç sigara koymadım. Arkadaş toplantılarında da onlar bir şişe içki içerken ben bir kadehle onlara eşlik ederim. Üçüncüsü de para… Parayı sen yönetiyorsan sorun yoktur, para seni yönetmeye başladı mı halin duman olur.

Kendinize rakip gördüğünüz sanatçılarvar mı?

Rakip görmek için birileriyle yarışa girmek lazım. Ben hayatım boyunca sadece kendimle yarıştım, kendinle yarışırsan hep birinci gelirsin.

Bir eserin sahnelenebilir olduğuna nasıl karar verirsiniz?

Öncelikle dramatik yapısının kuvvetli olmasına bakılır. Yani başlangıç, gelişme, düğüm, çözüm ve sonuç önemlidir. ‘Acaba şimdi ne olacak hissi’ varya tiyatro metninde mutlaka olmalıdır. İkincisi fikirlerin örtüşüyor olması lazım. Üçüncüsü de ‘Bu iyi bir oyun olmuş’ denmesi gerekir. Mesela Shakespeare’in oyunlarının yüzde 90’ı reddedilmeyecek kadar kuvvetli dramatik yapıya sahiptirler. Haldun Taner’in, Sadık Şendil’in, Tuncel Güzeloğlu’nun, Kandemir Konduk’un oyunları çok iyi yazılmış dramatik yapısı kuvvetli oyunlardır. Ayrıca ben kendimden sonra dramaturglara da okuturum, o da yetmez tiyatroyla ilgisi olmayan kişilere de danı-şırım. Yani “böyle bir şey oynansa ilginizi çeker mi” diye sorarım.

Halk tarafından bu kadar sevilmenizi neye bağlıyorsunuz?

Ben bu güne kadar kimseyi kandırmadım. Kendi halimde birisiyim. İnsanları sevdim, onlar da bana bunu sevgi olarak geri döndürdüler. Halk tarafından sevilmek güzel bir duygudur. Bugün, Türkan şoray’a “UNICEF İyi Niyet Elçiliği” rozetini taktım. Türk çocuklarına ve dünya çocuklarına yardımcı olmak için paralar toplayacağız. Sizin yapmış olduğunuz “Yetimler Gülümsemek İster” projesini de çok beğendim hatta o projeyi UNICEF olarak biz de yapabiliriz. Çünkü çok güzel bir proje; umarım iyi sonuç verir.

Hayatınızda hiç keşke oyuncu olmasaydım dediniz mi?

Hayır demedim. Çok sevdim mesleğimi. Yeniden dünyaya gelsem yine oyuncu olmak isterim. Benim bir Alman hocam vardı ve derdi ki, “Ben mimar olmak istedim fakat olamadım, kimyacı olamadım, pilot olmak istedim olamadım fakat aktör olunca hepsini oldum…”. Ben de oyuncu olunca hepsini oldum.

Doğa Koleji’nde uygulanan t-MBA Modeli, öğrencileri geleceğe hazırlıyor. Bu çerçevede öğrenciler, mesleklerinde başarıya ulaşmış insanlarla bir araya gelip söyleşiyor. Bu toplantı ve buluşmalar, Tetra İletişim tarafından izlenip kayıt altına alınıyor. Yıl sonunda tüm konular, bir kitapta toplanıyor. Müjdat Gezen’le Doğa öğrencilerinin buluşması 2009 -2010 eğitim döneminde gerçekleşti. Buluşma, Türkşan Karatekin tarafından izlendi ve Cihan Aldık tarafından fotoğraflandı. Konunun ve kitabın editörlüğünü Türkşan Karatekin yaptı. Kitap tasarımı ve uygulaması ise Didem İncesağır’a ait.