ara
face
Son Yazılar
Yazının DevamıSezar ve Napolyon, turşunun askerleri için cesaret kaynağı olduğunu söylemişler....
Yazının DevamıYapımının hayli zor olması nedeniyle tadı ve kıvamı taklit edilemeyen...
Yazının DevamıBüyükannelerimizi işlerken gördüğümüz ve bir dönem demode bulunarak çeyiz sandıklarında...
Yazının Devamıİlkbaharın habercisi leylekler, özellikle Türkiye’de en sevilen hayvanlardan biri. Öyle...
Yazının DevamıSoğuk kış aylarının sıcacık yemişi… “Kestane kebap yemesi sevap…” Sobanın...
O ağacın altını, bilmem anıyor musunuz?
1950’lerde bizi yönetenlerin en büyük düşü, “her mahalleye bir milyoner” dikmekti. 1990 ve 2000’lerin yöneticileri ise daha da cesurdu. Onlar, boydan boya milyonerlerden oluşan mahalleler yaratma niyetiyle çıktılar yola. İlk hedefleri buydu. Sonraki hedef ise, cepteki bu milyonların tamamını almak, bununla yetinmeyip (taksitli-taksitsiz kredi kartları, banka kredileri, eşten dosttan alınacak borç v.b. imkanlarla) elimize geçirebileceğimiz muhtemel paraları da sokağa saçmamızı sağlamaktı. Kolay da becerdiler. Neredeyse her şeyin eksiği duyularak, hissedilerek geçirilmişti.
“Elbet bir gün lazım olur”
1950-90 arası, bizim de içine dalabileceğimiz çapta başlatılmış ithalat furyasının bir kenarına tutunmak, hepimize çok cazip gelmişti. Evimizi binbir çeşit ıvır zıvırla (tabak, çanak, bardak, çerçeve, biblo, ayna, yani aklınıza ne gelir, hatta ne gelmezse) doldurmaya başladık. Üstümüzü başımızı da komple yeniledik. Adidas ya da muadili bir markayla ayaklarımızı sağlama aldık ve devam ettik.
Herkes duramaz olmuştu. Vasıf Öngören’in “Oyun Nasıl Oynanmalı?” adlı emsalsiz oyunundaki Güzin Özipek gibiydik; satın almadan duramıyorduk: Yine çarşı-pazardan dönen Güzin Özipek, bu sefer ne satın aldığını soran kızına (Meral Taygun’a) “ampermetre” diye cevap veriyor ve “Neyimize yarayacak ki?” hamlesini de, büyük bir rahatlık ve kolaylıkla, “Elbet bir gün lazım olur,” diyerek savuşturuyordu.
İflah olmaz bir delilik
90’larla birlikte hepimiz böyle olduk. İşimize yarasın yaramasın her şeyi satın alıyorduk artık. Hiç kullanılmayacak yemek masası aksesuvarları (peçetelikler, yumurtalıklar, servis altlıkları), yüz yaşına ersek bile bize yetip de artacak kadar bardak-tabak ve ampermetre gibi aletler olmasa da, ne olduklarını, nasıl çalıştıracağımızı bilemediğimiz onlarca şey. Sepetlerimizi doldurmak, kasada bunları tek tek indirip sonra da torbalara doldurmak, kendimiziden geçiriyordu bizi; her şeye hasrettik ya, tadını çıkarıyorduk biz de.
Hala da öyleyiz; krize, beş parasızlığımıza rağmen, hala öyleyiz. İflah olmaz, bir “delilik” durumu işte.
Ağaçlardan çam, süslerden her şey
Bizi yönetenlerin alt niyetlerinden biri de, “her eve bir çam ağacı” dikmekti… Yeni yıla en az bir ay kala kuracağımız, renk renk toplarla süsleyeceğimiz, karşısına geçip mutlu mutlu iç çekeceğimiz çam ağaçlarına da o saniye açtık kapılarımızı. Elimize geçen her şeyi ağacın dallarına asıyor, hediyeleri erkenden paketleyip dibine bırakıyorduk. O mucizevi saat gelip de ailecek kağıtları parça parça ederek “Hayatımın hediyesi bu, çok teşekkürler!” diye çığlıklar atalım diye paketleri dizmekteydik ağacın etrafına. Ne mutluydu bize; bir zamanlar, ancak Türkan Şoray ya da Filiz Akın’ın önünde poz verdiği “o ağacın altı”nı iç geçirerek anmak zorunda kalmıyor, bizzat kendimize bir ağaç altı yaratmış oluyorduk. Pencerelerimizden teslim bayrağını çekmek zorunda kalana kadar böyle yaptık.
Unutulmaz Yılbaşı ağacı pozları
Ne olduklarını bilmediğimiz için pek de yokluklarını hissetmediğimiz bir ton şey vardı 60 ve 70’li yıllarda, çam ağacı da bunlardan biriydi işte. Yokluğunu hissetmememiz, onu gördüğümüzde büyülenmememiz anlamına gelmiyordu ama.
Başka bir dolu şeyle birlikte, bu da bir ihtişam unsuruydu bizim için. Parası pulu olanların edineceği, önüne geçip poz vereceklerdi bir şeydi bu da. Dergiler gazeteler de bunu böyle biliyor ve iştahımızı kabartmak, hayallerimizi süslemek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyorlardı. Yeni bir yıla giriliyor demek, bu ağacın önüne, en şık kıyafetleriyle ‘star’ları dikmek demekti çoğu kere. Tüllerin, otrişlerin, kürklerin de kareye girmesi için azami gayretin harcandığı fotoğraflar süslerdi her yanı, özellikle renkli fotoğraf basabilme gibi bir lükse sahip olan dergilerin kapaklarını. Şu çağda; renkli bir fotoğrafın, bir posterin, bir takvimin ayaklarımızı yerden kesebiliyor olduğunu kimseye anlatabilmek mümkün değil ama öyleydi işte…
Ses dergisinin, 61 yılını bitirip 62 yılına girmek üzere olduğumuz günlerine denk gelen ilk sayısını kapışmış ve kapakta, omuzuna yalnızca beyaz bir kürk etol alarak dikilip duran (adı her neyse) kadını anında duvarlarımıza mıhlamıştık. Bir yıl kadar dururdu duvarımıza astığımız fotoğraf, dalıp gideceğimiz bir yenisi gelene kadar duvarımızda öylece dururdu.
Kim, nerede, ne yapmış?
Yeni yılın gelişi, yalnızca yeni bir fotoğraf-poz-poster demek değildi. Lüks içinde yaşamakta olan “sevdiğimiz artisler”in, 31 Aralık’ı, 1 Ocak’a bağlayan o olağanüstü gecede ne yaptıklarını, nereye gittiklerini, ne yiyip ne içtiklerini öğrenme fırsatı da bulmaktaydık… Dergiler, gazeteler, gözümüzün önüne dahi getirme imkanı bulamadığımız yemeklerden söz etmekte, filancanın bu yemeği hepimize tavsiye ettiğini eklemekteydi. Portakal, elma, armut gibi “tatlı” şeylerin, hindi, tavuk, pilav gibi “tuzlu” yiyeceklerle birlikte nasıl pişirilebildiğini hiç anlamaz; somon, jöle gibi diğer yiyecekleri ise “züppe”lik kabul eder geçerdik. Bunlarla karın doyar mıydı ki, şöyle (üç-beş yıl üst üste tekrarlandığı için artık bizim de yiyebileceğimize inandığımız) bir bademli hindi olacaktı ki masamızda, bizi tutabilene aşk olsundu. Bu kadar badem de yeterdi bize. İster onlar yapsın, ister Hilton’un aşçılarına yaptırsınlar, altı badem ezmeli, üstü jöleli pastaları artistlerimiz yesindi artık…
O güzel günler için
Çoğu Hilton’da girerdi yeni yıla. Çam ağaçlarının önlerinde durup pozlarını vermiş, bir cam kürenin önünde durup fallarımıza bakmış, yeni yılın hepimize sağlık ve mutluluk getireceğini görmüş, iyi dileklerini sunmuşlardı ya, iş kendilerinin eğlenmesine gelmişti ve önlerinde sabahlara kadar sürecek uzun bir gece vardı… Bu gece başkaydı, tadını çıkartmak gerekirdi. İşe giyinmekle başlayacaklardı. Kadın ‘star’larımız, Faize Sevim ya da Zuhal Yorgancıoğlu’na özel kostümler diktirmiş olurlardı. Erkekler ise çoğunlukla Vakko çekmekteydiler üstlerine. Zeki Müren, kendi giyeceklerini kendisi tasarlayanlardandı. Her yıl için özel bir kıyafet çizmekten hiç üşenmezdi. “Her yeni yıl insanları bir yaş daha ihtiyarlatır. Belki de bundan olacak ki, insanlar, Yılbaşı gecesini bütün üzüntüleri unutturacak bir neşeyle geçirmek için günlerce önceden planlar yaparlar, yakınlarına alacakları hediyeleri peylerler” demekteydi şarkılar, antenler, renk renk sinemalar… “Filiz Akın, oğlu ile eşine; Belgin Doruk, eşi, kızı ve oğluna; Ajda Pekkan, annesine, Semiramis’e ve çok yakın bir erkek arkadaşına; Sevda Ferdağ ablasına; Türkan Şoray Meloş, Nazan ve Rüçhan’a; Fatma Girik, Memduh’a ve ablası Müyesser’e; Hülya Koçyiğit, Selim, Gülşah, Feryal, Nilüfer ve annesine; Sadri Alışık, Çolpan ve Kerem’e” hediye almıştı ama ne olduklarını “bütün ısrarlara rağmen” söylemiyorlardı, sürpriz olsun istemekteydiler. Belki haklıydılar ama biz bozulurduk. Şöyle tadını çıkara çıkara sayıp dökmek, iştahımızı kabartmak varken, sürpriz de ne demekti şimdi… Bakın Selda Alkor paşa paşa söylemiş ve ağzımızı üç karış açık bırakmıştı: “Kendime bir hediye aldım” diyordu Selda Alkor, “Şişli’de bir apartman…” Ahh elbette Şişli… Bunların hepsi orada oturuyor gibiydi.
Bilmem ağlıyor musunuz?
Hediyeleri, belki daha sokağa çıkmadan evdelerken vereceklerdi birbirlerine, belki de yanlarında taşıyacak, gittikleri yerde, saat tam on ikiyi vurduğunda gözleri parlayarak takdim edeceklerdi. Muhtemelen bir kısmı öyle, bir kısmı da böyle yapardı. Belgin Doruk, hediyelerini evde verecekti herhalde. Yılbaşını genellikle evde geçirmeyi severdi sanatçı ve aşağı yukarı her yıl Ayhan Işık ve eşini de ağırlardı evinde. Diğer yakın dostları Sadri Alışık ve Çolpan İlhan’ı ise eve tıkmak konusunda o kadar kolay kandıramıyordu. Onlar “bir ara uğrayacaklarını” söylüyor ve eğlence yerlerini “turluyordu”… Gazetecilerin “Yeni yılda nereye gideceksiniz?” sorusunu, Filiz Akın, neredeyse her yıl “Türker bilir” diye cevaplamaktaydı. Kimimiz, şu şöhretine rağmen eşine saygıda kusur etmeyen sanatçıyı daha bir bağrına basardı. Aynı soruyu, Tamer Yiğit, aklına estiği gibi cevaplardı. Kimi yıllar, ağzımızın sularını akıtacak mekanlar sıralardı, kimi zaman da “Benim için yılbaşı gecesinin diğer gecelerden bir farkı yok, ya erken yatar uyurum ya da bir sinemaya giderim” derdi. Bu ikinci cevap bize hiç anlamlı görünmez ama bizde, “demek bizim gibi de geçirebiliyorlar şu geceyi” duygusu uyandırıp içten içe sevindirirdi…
Hoş geldin yeni yıl
Tamer Yiğit gibi olanlar azdı ama. Herkes için “vur patlasın çal oynasın” fırsatıydı bu gece. Çalışanlar için bile. Mesela Ajda Pekkan, genellikle sahnede olurdu o saatlerde ama “Gazinodaki seansım bittikten sonra her halde bir lokale gidip eğleneceğim” diye eklemeyi hiç ihmal etmezdi. “Lokal” dediğinizden de bol bir şey yoktu. Hilton favori mekanlarıydı ama, bir tek orası değildi popüler olan. Yeşilköy’deki Çınar Oteli, Yeşilyurt’taki Klöb Mini, Yeniköy’deki Boğaziçi Gazinosu, Bomonti’deki Klöb X, Harbiye’deki Kervansaray, Elmadağ’daki Oriental ve Parizyen de, şu yıl ya da bu yıl, artistlerimizin akınına uğrayan mekanlardı. Her yıl, (özellikle yeni açılanların arasından) üç-beş yer biraz daha öne çıkıyor ve Sadri Alışık-Çolpan İlhan çifti gibi, yılbaşı gecesini eve kapanarak geçirmekten nefret eden ünlülerin akınına uğruyordu. Yiyor, içiyor, saatin vurmasına on saniye kala “dokuz, sekiz, yedi…” diye bir ağızdan bağırıyor, şampanyalar patlatılıyor, sabaha karşı yorgun argın evlere dönülüyordu.
Nerede o eski Yılbaşılar
Bütün bunları, biz, aşağı yukarı bir hafta sonra öğrenmiş oluyorduk. Haberler, fotoğraflar, görüntüler henüz şimdiki gibi son sürat akmıyordu. Onlar bütün bunları yapmaktayken, biz, Esin Engin’in hepimiz için bestelediği “Hoş geldin yeni yıl, hoş geldin yeni yıl, neşe getirdin bize” şarkısını mırıldanıyor ve bir gün bize de çok gösterişli Yılbaşı kutlamalarının kısmet olacağını hayal ediyorduk.
Olmadı değil, oldu da. Ağacın altında kalma pahasına oldu. Yıllar sonra, bu günlerimizi yad ederken “o ağacın altını” hatırlamak isteyenimiz çıkar mı bilmem. Hele hele 2009’dan 2010’a geçerken, hele hele “kriz”in babasını da görmüş olduktan sonra. Yazık edildi bize.
O ağacın altı, anılır bir şey değil sonuçta; süsü-hediyesi gitmiş, kiri-çöpü kalmış; artık “yeşil” de değil üstelik.
Naim Dilmener tarafından kaleme alınan bu yazı, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 14. sayısında (Ocak 2010) yer aldı. Yazıda kullanılan görseller, Naim Dilmener’in arşivinden edinildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.