ara
face
Son Yazılar
Yazının DevamıSezar ve Napolyon, turşunun askerleri için cesaret kaynağı olduğunu söylemişler....
Yazının DevamıYapımının hayli zor olması nedeniyle tadı ve kıvamı taklit edilemeyen...
Yazının DevamıBüyükannelerimizi işlerken gördüğümüz ve bir dönem demode bulunarak çeyiz sandıklarında...
Yazının Devamıİlkbaharın habercisi leylekler, özellikle Türkiye’de en sevilen hayvanlardan biri. Öyle...
Yazının DevamıSoğuk kış aylarının sıcacık yemişi… “Kestane kebap yemesi sevap…” Sobanın...
Şahsenem Bacı ve Yavuz Bingöl: Aşıklık tarihe gömülüyor
Toplumsal sorunlara değinen aşıklık geleneğinin kadın temsilcisi Şahsenem Akkaş nam-ı diğer Şahsenem Bacı ve yine onun gibi başarılı bir müzisyen olan; oyunculuğu da kariyerine başarıyla ekleyen oğlu Yavuz Bingöl, MESAM Vizyon’un bu sayısının kapak konusu.
Sohbete Şahsenem Bacı’yla başladık, sonra o sazı Yavuz Bingöl’e bıraktı. Arada tatlı tatlı düetler yapıldı, bazen de ufak atışmalara tanıklık ettik. Yürekten bir konukseverlikle bizi ağırlayan ana-oğulun doğal halleri görülmeye değerdi. İşte o sohbetten size kalanlar…
‘Şahsenem’ ne demek? ‘Şahsenem Akkaş’, nasıl ‘Şahsenem Bacı’ oldu, bize biraz o süreci anlatır mısınız önce?
Şahsenem Bacı: Şah ‘kral’ demek, sanem de ‘güzel kadın’ anlamına geliyor. ‘Şansenem Bacı’nın hikayesini anlatmam için epey gerilere gitmem gerekiyor. Ben 1943 Kars’ın Sarıkamış ilçesine bağlı Boyalı köyünde dünyaya geldim. Daha okul çağında bile değildim ama müziğe tutkundum. Köylerde çorba karıştırmak için büyük kepçeler olur ya, ben bunun iki ucunu bıçakla kerter, iç çamaşırlarında kullanılan ince lastikleri uç uca gerer, gizli yerlere girip bunu çalar ve o lastikten çıkan tınıya ağlardım. O tını alır götürürdü beni bir yerlere…
Sizi o yaşlarda bunu yapmaya iten neydi? Evde saz çalan söyleyen birileri mi vardı?
ŞB: Amcam yörenin en güzel aşıklarından Mustafa Akkaş’tı. Onu çok dinledim. Ayrıca köyümüzde de başka aşıklar vardı. Bizim geleneklerimiz bir başkaydı; mesela düğünlerimizde gençler bir yerde oynar, yaşlılar da bir odada toplanır, aşık dinlerlerdi. Ben de o aşıkları dinleye dinleye büyüdüm. Bir de hiç unutmam, ilkokuldayken köy enstitüsü mezunu olan öğretmenimizin bir mandolini vardı. Onu gizli gizli eve getirir ve çalardım. Sonra mandolin devresi bitti, saz devresi başladı.
Sazla ilk gerçek buluşmayı kime borçlusunuz?
ŞB: Babama, çünkü ilk sazımı anneme rağmen o aldı bana. Annem, ‘Bu kızı şımartma’ diyordu babama. Etraf da kadının saz çalmasını çok hoş karşılamıyordu. Annemin sekiz çocuğu ölmüş, sadece ben ve abim hayatta kalmışız, o yüzden üzerimize titrerdi. Babam da öyleydi ama kimseyi, annemi bile dinlemedi ve bana sazı aldı. Ufkumu da yolumu da açan babam oldu.
Alevi geleneğinde saz çalan kadın çok saygı görür diye biliyoruz. Neden size böyle davranıldı acaba, hiç düşündünüz mü?
ŞB: Aynı soruyu bundan iki yıl önce profesörlük tezini benim hayatımı konu alarak oluşturan bir doçent de sordu. İlk o zaman bu kadar net yüzleştim bu soruyla. Alevilerde saz çalan kadın o toplumda aziz gibi kabul görürken neden beni bu kadar dışlamışlar? Sonuçta bu tavrı o dönemlerde köyümün cehaletine yordum ama uzun bir süre de Alevilerin böyle saz çalan bir kadını dışlayacağını kabullenemedim.
Sonra nasıl şekillendi yaşamınız?
ŞB: Ailecek Ankara’ya göç ettik. Ağabeyim orada subaydı zaten. O da saz çalardı. Ankara’dayken Rahmetli Mahmut Erdal ve Kurbani Kılıç sayesinde Ali Ekber Çiçek’le tanıştım. Kurbani Kılıç, aşık çevresinde çok tanınan, sürekli etkinlikler ve semahlar düzenleyen etkin bir isimdi. Ben de onun sayesinde etkinliklerde boy göstermeye başladım. Derken Muzaffer Sarısözen’le tanıştım. Üstad, anneme ve babama ‘Bu kızı radyoya verin’ diyerek çok gidip geldi. Fakat annem de babam da dizlerinin dibinden ayrılmamı istemiyordu. Tek kızdım. Gözlerinin bebeğiydim. İzin vermediler.
Aslında orada büyük bir şans yakalanmış değil mi?
ŞB: Çok büyük bir şans hem de… Eğer başlamış olsaydım, şimdi radyodan emekliydim herhalde. Belki başka dallara da sıçrardım, kim bilir? Mesela tiyatro olabilirdi. Çünkü tiyatro yönüm de çok vardı. İlkokulda hem tiyatro yönetiyor hem de oyundaki başrollerden birini oynuyordum. Oyun Kore Savaşları’yla ilgiliydi ve ben de Oben adlı baş kahramanın eşini oynuyordum. Ağlamam gereken bir sahne vardı, bir türlü ağlayamıyordum. Oyunu sahneye koymamızı sağlayan öğretmenim ağlamam için bir tokat attı bana, işte o zaman sicim gibi yaşlar döküldü gözlerimden. Sadece kendi köyümüzde değil, civar köylere de gidiyor ve oyunumuzu sergiliyorduk. Tabii bütün bunlar annemin hiç hoşuna gitmiyordu. Hep yarım bıraktım, niye bıraktım. Cehaletin ilkesinden bıraktım. Cahil insanlar yaptıklarımı yadırgadılar, başka şeyler eklediler yaptıklarıma ve onu yaygınlaştırdılar. Öyle öyle derken soğudu gitti içimdeki heves de.
Tabular ve gelenekçi bakış yaşamınızı çok etkilemişe benziyor.
ŞB: Bu yaşadıklarım en çok annemi üzdü. Tek kızının adının böyle dilden dile dolaşması, bir öğretmenin yanına katılıp köy köy tiyatro oynaması onun için kolay kabullenilecek bir durum değildi. Anne içgüdüsü ve onun himayeci tavrı, biraz da geleneksel bakış açısı böyle hissetmesine nedendi belki de. Babam ise ağabeyinin de aşık olmasından dolayı durumu daha hızlı kabullendi. Öte yandan yaşımın olduğu gibi görünmüyordum, ilkokul beşinci sınıftaydım ama görkemli bir kızdım. Bu da söylentileri artırıyordu.
Gelelim aşıklık geleneğine ve kadınların aşıklar diyarındaki yolculuğuna. Kimlerdi öncüleriniz? Nasıl çileli bir yol olmuş kadınların yolculuğu, biraz bundan söz eder misiniz?
ŞB: Bende Alevi Bektaşi kadın aşıkların antolojileri var. Buna göre bir asır önce yaşayan Zühre adındaki bir kadın ilk saz çalıp türkü söylemiş hatta bu yüzden idamını istemişler. Çünkü devletin yanlışlıklarını dile getiren türküler söylüyormuş. Cesur bir kadınmış. Ben ikinci kuşaktan sayılırım. Şah Turna, Sinem Bacı, Aslı Bacı gibi isimler de benimle aynı kuşaktan.
Siz ve akranlarınız yolu açanlardansınız. Epey de sıkıntılı süreçlerden geçtiniz. Sizden bayrağı devralacaklar daha az yorulacaklardır. Bu anlamda şanslılar aslında, değil mi?
ŞB: Daha şanslı olacakları kesin ama ben şahsen öyle birilerini göremiyorum. Yok gibiler, bence bu gelenek bizimle beraber kapanacak gibi. Çünkü artık insanlar sazı alıp aşıklık yapmak yerine gidip kaset çıkarıyor. Birileri çalıyor, onlar söylüyor. Bu şekilde daha çok para kazanıp mutlu oluyorlar. İş paraya döndü artık. Nerede para varsa artık sesi güzel olan, sazı güzel olan orada. Aşıklık biraz tarihe gömülüyor gibi bu da beni fazlasıyla üzüyor.
Sizce aşıklık geleneğinin temelinde ne yatıyor?
ŞB: Aşık özüne bağlı olmalı. Aşıklık sazını elinden bırakmamaktır. Araştırıp halk türkülerini yeniden canlandırmaktır. Sadece kendi eserlerini değil, geçmiş aşıkları Karacaoğlan’ı, Dadaloğlu’nu yad etmek, onları da okumak ve aktarmaktır.
Peki aşıklık geleneğinde kadınlara nasıl bir rol düşüyor?
ŞB: ‘Kadından aşık olur mu?’ diyerek çok dışlandığım zamanlar oldu. Biz varız, bir başkası olmasın gibi bir düşünce vardı belki de. Ama ben hiç birini dinlemedim, usursamadım da, çıktım sazımla sahneye, bangır bangır devrim türkülerini okudum. Toplumsal konulara değindiğim için çok alkış alıyordum, bu da bazı aşıkların pek hoşuna gitmiyordu.
Yavuz Bey, aşık geleneğinden gelen bir kuşak olarak size de aynı soruyu yöneltelim?
YB: O alanda bile kendi aralarında kıskançlık var. Ne kadar ilerici ve çağdaş gözükse de aslında göründüğü gibi olmuyor hiçbir şey. O çağdaşlığın içerisinde de kendisine ait bir kıskançlık ve muhafazakarlık var. Aşıklık geleneğindeki taşlama gibi bazı yöntemler erkek aşıklar tarafından çok kullanılırdı, annemin ise daha kendine özgün bir duyuşu ve yorumu vardı. Ülkenin sorunlarından yola çıkıp, o an gündemde yaşanmış ne tür bir acı olay varsa onun üzerinden hareketle biraz da kitlesel konserler veriyordu. Küçükken tanık olduğum kimi olaylara baktığımda o dönem de şimdiki gibi popüler kültürde yer alan sanatçılar arasındaki kıskançlık ve birbirinin işine engel olma gibi durumların yaşandığını hatırlıyorum.
ŞB: Olmaz mı? Ankara Festivali’nde sazım kırıldı. Köylümüz bir aşık da festivalin konukları arasında, ondan sazını istedim, vermedi. Farklı ideolojik görüşlerde olmamıza rağmen Aşık Reyhani sazını vermişti.
Erkek aşıklardan size hiç destek olan yok muydu?
ŞB: Bana en çok Kurbani Kılıç ve Muzaffer Sarısözen destek verdi. Biraz da Ali Ekber Çiçek. Daha çok kendi kendimi geliştirdim.
YB: Ali Kızıltuğ, Aşık Reyhani, Aşık Mahzuni Şerif de hep annemin yanında olan isimlerdi.
ŞB: Ben sahnedeyken halktan önce beni onların alkışlaması, beni lanse etmeleri bunlar hep bir destekti benim için.
Bir yanda biten evliliğinizin ardından tek başınıza çocuklarınızın sorumluluğunu aldınız diğer yanda sazla halvet olma durumu… Zor oldu muhakkak. Dayanma gücünü ve cesareti nerede buldunuz?
ŞB: O cesareti saza olan aşkınızda ve türkülerde buluyorsunuz. Kendi ürettiklerinize olan sevdanız da sizi bıraktırmıyor, sazı tekrar elinize veriyor. Eşimden ayrıldıktan sonra uzun süre iş bulamadım. Zorlandığımız zamanlar oldu. Saz çalmaya gittiğimiz yerlerde ufak karşılıklar alıyorduk. Arif Sağ ile konserlere çıkıyorduk. Programımı bitirirdim ama sahneye yeniden çağrılırdım hep. Çünkü benim türkülerim kendi yazdığım sloganlı türkülerdi, ‘Dağları deleyim, yanına geleyim’ türküleri değil. Herhalde bizi o aşk, o sevgi götürdü parasız pulsuz konserlere. Çünkü halkın önünde olmak, o devrim türkülerini söylemek var ya başka bir heyecandı. Parayı filan gözünüz görmüyordu. O dönem kimi partiler benden çok faydalandı. Hala da faydalanıyor.
Tekrar müziğe dönelim, Kars’tan, Ankara’ya sonra da İzmir’e göç ettiniz. Bu geçiş sizin müzik dünyanızı, aşık ruhunuzu nasıl etkiledi?
ŞB: Ne oğlumda ne de bende sazımızın ve türkülerimizin sesi hiçbir şekilde değişmedi. Sazım nereye gidersem gideyim benimle beraberdi. Bugüne kadar iki sazım oldu. Şu an kullandığım da 30 yıllıktır.
YB: Anadolu’yu annemle birlikte çok dolaştık. Kara trenlerde yolculuk ediyorduk. Babamın tayini çıktıkça yer değiştirdik. İlkokulu beş ayrı okulda okudum (Kars, Konya, Ankara, İstanbul ve yeniden Ankara). Bunun aslında ne kadar büyük bir zenginlik olduğunu çok sonraları anlıyorsunuz. Ege’nin de bizim kendi müzik kültürümüze ayrı bir zenginlik kattığını düşünüyorum. Ayrıca konservatuarda okudum. Klasik müzik eğitimini geleneksel müzikle harmanladım. Aslında yaşadığımız her şey bize ayrı bir zenginlik kattı. Saz çalıp türkü söyleyen çok ama ozanlık geleneği başka bir şey. Annemin dediği gibi yok olmaya yüz tuttu.
Aşıklıkta iki yol var galiba; biri sizin gibi toplumsal meseleleri dile getirme tavrı, diğeri de…
ŞB: Bir de suskun aşıklar vardır.
YB: Yavaş yavaş yok oluyor bu gelenek de, çünkü usta çırak ilişkisi kalmadı. Kalsa da günümüzde daha modern, daha başka alışverişler içerisindeler. Eskisi gibi değiller, dönüşüyorlar. Her şey değişiyor, o üretim ilişkisi de değişmeye başladı. 30 yıl evvel benim annemle yaptığım alışveriş başka bir şey oldu. Belki de onlara kent ozanı demek lazım. Onlar da kendi yaşadıkları bölgenin sorunlarına değiniyor, ister sevda türküsü olsun ister toplumsal olsun ama tabii soruna çok teğet geçiyorlar. Biz biraz eski değerlere sahip olan bir kuşak olarak bunu eleştirmiyoruz aslında bu değişimi saygıyla karşılıyoruz.
Aşıklık geleneğinin hala örnekleri varken neden korumacı bir tavır içinde olamıyoruz?
YB: Kültür Bakanlığı’nın bu konuda birtakım adımlar atması gerekiyor. Aslında böyle değerler başka ülkelerde pamuklara sarılıp korunuyor.
ŞB: Fikri Sağlar’ın Kültür Bakanlığı döneminde Avrasya ülkelerine sanatçı kafilesi gönderilecekmiş. O coğrafyada halk ozanlığı geleneği yoğun biçimde yaşandığı için iki halk ozanını da kafileye davet ettiler. Biri bendim, diğeri de Rahmetli Aşık Mahzun Şerif’ti. Orada ziyaret sırasında yörenin halk ozanlarıyla tanıştık. Devlet ozanına ailesinin büyüklüğüne göre ev vermiş, altına araba vermiş, bir de maaş bağlamış.
YB: Bunun karşılığında da ozanına sadece yaz, üret, edebiyatıma, kültürüme katkıda bulun demiş.
ŞB: Bizim ülkemizde de ağzını açan ozan tepesine vurulup hapislere atıldı.
YB: Evet değişen birtakım durumlar, alışkanlıklar olduğu gibi hiç değişmeyen şeyler de var. Usta çırak ilişkisi değişti ama ideolojik olarak Türkiye 1940’ta ne durumdaysa şimdi de o durumda. Ben Avrupa Birliği falan hepsinin hikaye olduğunu düşünüyorum. Kafa yapıları değişmiyor, yöntem değişmiyor, devletin politikaları değişmiyor. Bence bir 15-20 yılımız daha var.
Peki bu yolda sizin gibi göz önündeki sanatçıların atacağı hiç bir adım yok mu?
YB: Ben özel kanalların birinde annemle birlikte müzik programı yaptım. Program eski ozanları andığımız, yeni kuşak ozanlardan da davet edip türküler söylediğimiz tarzda mesajı olan bir çerçeveye sahipti. Ancak yedi bölüm sürdü. Reyting almayınca kabul de görmüyorsunuz. Özlemlerimizi böyle projelere yönlendirebiliyoruz, destek vermek istiyoruz ama devletin, yerel yönetimlerin, televizyonların da bunları desteklemesi lazım. Bizim bireysel desteğimiz ya da liderliğimiz yetmiyor. Örneğin Leb Değmez diye bir aşıklık tarzı vardır. İki dudak arasına kürdan gibi bir ayraç konur ve dudaklar birbirine değmeyecek şekilde türkü söylenir. Buna göre kelimeler seçilir. Gerçekten ayrı bir yetenektir. Şimdi düşünebiliyor musunuz benim Leb Değmez tarzını televizyonda icra ettiğimi ve bunun da insanlara ilginç gelip izlendiğini? İşin doğrusu gerçekten buna cesaretim yok!
ŞB: Bu devletin ayıbı.
YB: Liderliğe gelince, ben konservatuarda okudum, klasik müzik eğitimi aldım. Müziğin yanı sıra oyunculuk da yapıyorum. Biraz farklı bir kulvardayım bu anlamda. Ayrıca Aleviliğimi ve ozanlık tarafımı çok ön plana çıkarmış biri değilim. Oysa bu özelliğini her fırsatta vurgulayan arkadaşlarımız var, onların aşıklık geleneğinin kaybolmaması için ön ayak olmaları gerekiyor. Onlar da yapmazsa hakikaten korkulan olur. Ben böyle bir annenin evladı, Alevi kökenli bir sanatçı olarak her zaman elimden geleni yapıyorum ama daha fazlası olmuyor.
Oğlunuzun oyunculuk yeteneğini nasıl buluyorsunuz? Küçükken bu yeteneği belirgin miydi? Yoksa o genler sizden ona mı geçti?
ŞB: Biz zaten oyun oynayarak bu günlere geldik. Hayat şartlarıyla oyun oynadık. O evin büyük ağbisi olarak aktör rolündeydi ben de anne olarak aktristim. Bu yüzden Yavuz’un oyunculukta bu kadar başarılı olması beni hiç şaşırtmadı. Öte yandan Yavuz’un türkü söylemesi de beni sonsuz mutlu ediyor. Onu dinlemeye doyamıyorum.
Ama bir albümü için ‘oğlum olmasaydı kasetini almazdım’ demişssiniz…
YB: Espriyle karışık söylediği bir cümleydi o ama ciddiye aldı kimileri. Olayın özü de şu: Albümlerimde türkülere, çağdaş türkü yorumlarına ve senfonik düzenlemelere yer veriyorum. Annem türkü sevdalısı bir insan olarak haliyle tüm parçaların türkü olmasını istiyor.
ŞB: Ben türküyle doğmuşum, türküyle büyümüşüm. Bunun dışındakilere mesafeli bakmam kadar doğal ne olabilir?
Oğlunuzu tiyatroda nasıl buldunuz?
ŞB: Onu sahnede izlerken neler hissettiğimi tarif edemiyorum daha. Sonsuz derecede mutlu ediyor.
Yavuz Bey, müzik, diziler ve sinema derken yakında sizi kamera arkasında da görürsek şaşırmayacağız.
YB: İşin tekniğini öğrendiğimde kendi hikayemi çekmeyi düşünüyorum açıkcası. Hani yönetmenlerin ilk filmleri olur ya ben de ilk filmimde kendi hikayeme yönetmenlik yapmak istiyorum. Hikayesi de daha çok annemin anlattıklarıyla ilgili.
Müzik sahnesi mi, televizyon seti mi, sinema perdesi mi, tiyatro sahnesi mi? Hangisi daha cazip geliyor?
YB: Şarkı söylemek gerçekten benim için apayrı. Ömrümün sonuna kadar türkü söylemekten vazgeçmem ama galiba oyunculukta da başka bir duygumu tatmin ediyorum. Oyunculuk yaparken kendimi iyi hissediyorum.
Oyunculukta siz kendinizden bekliyor muydunuz bu performansı? Çok doğal bir oyunculuğunuz var.
YB: İşin doğrusu beklemiyordum. Ama o doğallık dediniz çok bıçak sırtı bir durum. Doğal olayım derken sıradan ve banal de olabilirsiniz. Bu tıpkı mütevazılıkla kibirlik arasındaki ince hat gibi. Dengeyi çok iyi kurmak gerekiyor ve bu da sizin çok kendi içinizde tahlil edebileceğiniz bir durum ya da ayar değil. Önünüze bir elbise konuyor. Sorun bunun içine girip giremeyeceğiniz? En küçük bir tereddüt bile o işi doğal olmaktan çıkarır ve sıradan bir işe dönüştürür. O yüzden ben içimdeki o sesi dinlerim. Bu güne dek tereddüt yaşadığım hiçbir projeyi kabul etmedim. Çok hissederek ve yapabilirim diyerek kabul ettiklerim de bana o sizin de ifade ettiğiniz doğal oyunculuğu getirdi sanırım. Galiba bende doğal bir yetenek var.
Cannes Film Festivali’nde ‘Altın Aslan’ı alan ‘Üç Maymun’daki rolünüz az konuşan ama çok oynayan bir roldü. Role nasıl hazırlandınız?
YB: Çok prova yaptık. Hikayedeki Eyüp, her gün gazetelere yansımayan karakterlerden biri. Eyüp insanın başına gelmedikçe ne yapacağını bilemeyenleri temsil ediyor biraz. Her şeyin farkında, biliyor, görüyor, hissediyor ama karısını çok sevdiği için tüm olanları sineye çekiyor. Ne dövüyor, ne sövüyor, ne boşuyor, ne de öldürüyor. Bence Türkiye’de buna benzer çok olay yaşanıyor.
Tiyatro oyunundan söz edelim biraz da. Oradaki alışveriş daha mı heyecan verici?
YB: Tiyatro gerçekten çok farklı. ‘72. Koğuş’ için iki ay boyunca, günde altı-yedi saat çalıştık. Oyunda Kaptan’ı oynuyorum. Bir de Kerem Alışık’ın oynadığı Berbat diye bir karakter var. Onu oynamamı isteselerdi tereddüt edebilirdim. Ama kaptanı çok hissederek oynuyorum. Tiyatro sahnesi geri dönüşü olmayan bir yer. Her gün farklı bir seyirciye oynuyorsunuz. Elbette elinizdeki tekst üzerinden ilerliyorsunuz ama yine de bugün şurayı şöyle tonlayayım ya da oynayayım diyebilme şansınız var. Çok zevkli ve heyecan verici bir iş.
Dramatik rollerin yanı sıra bir de komedide rol aldınız. ‘Eşref Saati’ adlı televizyon dizisindeki kabadayı rolü üzerinize iyi oturmuştu. Siz de keyif aldınız mı?
YB: ‘Eşref Saati’, benim için çok özel bir projeydi. O rolde kendimi bulmuştum. Elazığ şivesiyle konuşuyordum, gerçi kendi sesim değildi ama settekiler ‘Keşke kendi sesinle oynasaydın’ dediler. Krize sığınıp diziyi bitirdiler.
Hayalinizde rol almak istediğiniz bir proje var mı?
YB: İyi bir polisiyede oynamak isterim. Bugünün tabiriyle daha aksiyon bir iş olabilir. Bir de romantik komediyi denemek isterim. Neticede bugüne kadar oynadıklarımın dışında olması benim için kıstas.
Müzikal kariyerinizin dönüm noktaları nelerdir?
YB: 1995’te çıkardığım ilk solo albüm ‘Sen Türkülerini Söyle’ ilk dönüm noktası diyebilirm. Solo albüme kadar olan süreci de şöyle özetleyebilirim. Annemle yaptığım üç-dört albüm var. Bu arada bine yakın sokak düğününde çaldım. Konservatuarda piyanoya başlamıştım ama okuldan atıldıktan sonra uzun bir süre çalmadım. Askere gittiğimde yeniden piyanoya ağırlık verdim. İlk solo albümün alt yapısını askerde attım diyebilirim. Çünkü 1,5 yıl boyunca nasıl bir müzik yapmak istediğimi düşündüm. İlerde yapacağım müziklerin altyapısını askerde attım. Döndükten sonra sanatçıların arkasında çalma dönemim başladı. 1988’de İzmir Fuarı’nda Nihat Aydın ile birlikte ‘Grup Umuda Ezgi’yi kurduk. Grup Yorum ve Grup Kızılırmak gibi devrimci müzik yapıyorduk. Politik şairlerin şiirlerine kendi bestelerimizi yapıp söylüyorduk. Şimdi anlıyorum, Türkiye’de faili meçhulların en yoğun yaşandığı dönemde biz devrimcilik yapıyormuşuz. Bizi de yok edebilirlerdi. Ankara’da sivil bir araç tarafından pek çok kez takip edildiğimi hatırlıyorum mesela. Grupla birlikte 1988-1995 yılları arasında epey konserler verdik. İzin verilmeyen konserlerimiz, gözaltılarımız ve ev baskınlarımız oldu. Sonra gruptan ayrıldım ve kendi albümümü çıkardım.
Gruptan ayrılma kararı nasıl çıktı? Ayrılıkla beraber devrimci tavır da sona mı erdi?
YB: Her grubun bir hamalı oluyor, ben de bu işin hamallığını yapmaya başlamıştım. Mesela grupta besteyi siz yapıyorsunuz ama müzik dendiğinde grubun adı yazıyor. Bizim grubun böyle bir handikapı oldu. Bir de gruptakiler yaşamlarını devam ettirebilmek için konserlerle yetinmeyip barda müzik yapmaya başladılar. Politik müzik yapan bir grup barda müzik yapmamalı diye ayrıma düştüm ve kendi müziğimi yapma düşüncesiyle ayrıldım.
İkinci dönüm noktası hangisi?
YB: 1999’da çıkardığım ‘Sitemdir’ adlı dördüncü albümle beraber müzikal kariyerimde yeni bir dönem başladı. Bu albüm o güne kadar yaptığım işlerden çok başka bir yer tutar. Çünkü hem kendi şarkılarım var hem de çok sesli çalışmalara yer vermiştim. Piyanist Mehveş Emeç’le bazı senfonik çalışmalarımız oldu, 120 kişilik Senfoni Orkestrası eşliğinde birlikte konserler verdik. Bunu televizyon, sinema ve tiyatrodaki farklı projeler takip etti.
Peki annenizle birlikte sadece türkülerden oluşan bir albüm yapma planları var mı?
YB: İnşallah yapacağız. Annem dünden hazır zaten ama önce şiirlerinden oluşan kitabını bitirmesi gerekiyor.
ŞB: Daha önce ‘Şahsenem Bacı ve Oğlu’ olarak yaptığımız kasetlerin birinde, birlikte okuduğumuz ‘Kılavuzsuz Dost’ adlı bir türkü var, onu yeniden Yavuz’la birlikte okumak istiyorum. Bir de ‘Perişan’ı Yavuz’dan dinlemek istiyorum.
YB: Onu Erkan Oğur ve İsmail Hakkı okuyacak.
Sizin annenizde, anneninizin de sizde en hayranlık duyduğu özellik nedir?
YB: Annemin hala köklerine duyduğu derin bağlılık ve zorluklar karşısındaki dirayetine hayranımdır. Gardını hiç düşürmez. Zaten öyle olmasaydı sıkıntılı dönemleri aşıp bugünlere gelemezdik herhalde.
ŞB: Yavuz benim ilk göz ağrımdır. Türküleri yaşattığı ve bağlama çaldığı için onu çok seviyorum.
Taşradan gelen kızın sönen hayalleri
Sene 1968’ler. Kurbani Kılıç’ın düzenlediği, İsmet İnönü’nün resmi konuk olarak katıldığı bir gece vardı yine. Hem semah dönüyoruz, hem folklör oynuyoruz hem de Halk Müziği söylüyoruz. Ben de ‘Yayla Güzeli’ seçildim o gece. İsmet Paşa’nın başıma tacımı koyarken resimlerim bile var. Bir de ‘Ela gözlüm, ben bu ilden gidersem’ adlı türküyü solo okudum. Muzaffer Sarısözen, türkünün ardından anneme ve babama, ‘bu kızı radyoya verin’ dedi. Bizimkiler istemedi. Bunun üzerine Sarısözen, ‘Ben bu kıza radyoda bu türküyü okutturacağım’ dedi. Radyoda ilk kez taşradan gelen bir kız, bu türküyü okuyordu. Müthiş bir yankı uyandırdı uyandırmasına ama beraberinde dışlanmayı getirdi. Çevreden tanıdıklar anneme babama, ‘Bu kızın radyoda ne işi var?’ diye sormaya başladı. O zamanlar sanatçılara hor bakılıyordu. İkinci sınıf bir insan gibi görülüyordu sanatçı takımı. Sonra ne radyo oldu ne de başka bir fırsat doğdu.
Aşıklık geleneğinin devamı arz-talep meselesi
Yavuz Bingöl: Aşıklık geleneğinin devam etmesi bir arz-talep meselesi. Ben bunu kendi içimde yaşatıyorum ama bunu topluma sevdirmek başka bir çaba gerektiriyor. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Televizyonda reyting almayan programı, o iş için geride 70 kişinin emeğinin olduğunu göz ardı edip arz-talep meselesi diyerek hemen kaldırıyorlar ya buna benziyor. Ozanlar Derneği’nin İstanbul, Ankara ve yurdun çeşitli şehirlerinde şubeleri vardı bir zamanlar, teker teker kapandı hepsi. Aşıkların üye olduğu bir iki dernek kaldı kala kala. Bunları yaşatabilmek için ne yazık ki bize düşen ya yardım konserlerine gitmek ya da bağış yapmak oluyor.
Şahsenem Bacı ve Yavuz Bingöl’le yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 14. sayısında (Ocak 2010) yer aldı. Türkşan Karatekin tarafından yapılan söyleşinin fotoğraflarını Cihan Aldık çekti. Konunun sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.